5 Haziran 2013 Çarşamba


YURT HAYATI

 

Yüksek öğrenim süresince en farklı deneyimlerin kazanıldığı mekanlardan biri, belki de ilk sırada geleni öğrenci yurtlarıydı.

 
O yıllar; değil bölgeler arası, şehirlerarası ilişkinin bile sınırlı olduğu, insanların dar ortamlarda belirli kültürel kalıplar içinde yaşadığı dönemdi. Bu koşullarda yetişen gençlerin, farklı bölgelerden farklı kültürel alışkanlıklarla gelen başka gençlerle aynı ortamda yaşaması, aralarında kültür alışverişi kadar zaman zaman da çatışmalara neden oluyordu.

 
Henüz ideolojik gruplaşmalar belirgin olmadığı için, aynı kent hatta aynı kasabadan gelen gençler arasında hemşerilik, memleketlilik bağları ön plana çıkıyordu.

 
Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğüne bağlı yurtlarda her yöreden öğrenciler  birarada kalıyordu. Aynı odayı paylaşan bu gençler arasındaki günlük ilişkiler  inanılmaz bir kültürel çeşitlilik ve deneyim kazandırıyordu onlara.

 
Bazı illere ait yurtlarda;  Sivas, Kütahya, Adana vb. ise, ağırlıklı olarak o ilin öğrencileri barınıyordu. Özelikle İstanbul’a ilk kez gelen öğrencilerin uyum dönemi için bu yurtlar pek uygundu.

 
Yaklaşık bir yıl kaldığım Çanakkale Öğrenci Yurdu, o güne kadar kısıtlı bir arkadaş çevresinde yaşayan benim için yaşamımın ilk önemli deneyimi oluyordu. Aynı odada beraber kaldığımız oda arkadaşlarım; Çanakkale, Denizli ve Nazilli’den gelmişti. Sanıyorum ben de onlar için ilginçtim. Çünkü, kültür olarak birbirine yakın Marmara ve Ege bölgesi gençleri, hayatlarında ilk kez farklı bir bölge ve kültürden, Güneydoğudan gelen yaşıtları biriyle aynı ortamda yaşamak, benim kadar onlar için de ilginçti.

 
Oda arkadaşlarım, Hüseyin, Ahmet ve Yusuf’un özellikle konuşma aksanlarıyla yemek alışkanlığı benim için tam bir sürprizdi. Her ne kadar konuşmadaki farklı vurgular ve yerel sözlere filmlerden, kitaplardan ve özellikle Özay Gönlüm’den dolayı yabancı olmasak da bu farklı kültürle birebir yaşamak farklı bir kazanımdı.

 
Ege lehçesi ile, “İşingi bil agidiş” ya da bayramlarda tekrarladıkları  “Kızlaaamız oğlanlaaamız, 19 Mayıslaaada, 23 Nisanlaaada cabıldak cabıldak dolaşıyolaaa. Ne lan buuuu?” cümlesi çok hoşuma giderdi. Hala her 19 Mayıs, 23 Nisan bayramında bu sözleri anımsayarak gülerim.

 
Nazilli’li arkadaşlarımın sık sık söylediği türkü bile bizimkilerden farklıydı ya da gurbette bize öyle geliyordu (!):

 

Ay beyaz deniz mavi, eğlenin kızlar

 Yarinden ayrılanın yüreği sızlar,”

 
gibi aydan, denizden, eğlenceden bahsederken, bizim türküler dertten,  hastalıktan ya da  mahpushaneden bahsediyordu:

 

Mardin kapı şen olur, dibi değirmen olur,

 Buralarda yar seven mutlaka verem olur”  

 
ya da:

 

“Bir taş attım havaya, düştü mahpushanaya,

  Birkaç kızı kandırdım, bir şişe lavantaya”  

 
gibi.

 
Sebze ve zeytinyağının öncelik ve ağırlıkta olduğu yemek alışkanlığı da bize göre çok farklıydı. Güneydoğu yemek kültürüne göre, et, sulu yemek ve pilavsız asıldı. Yemekler bol etli, hem de yağlı etli olmalıydı. Yağ dediğin sadeyağ ya da tereyağıydı. Zeytinyağı alışkanlığımız bazı kızartmalar dışında yok sayılıurdı. Vita gibi bitkisel yağlar ise ancak fakir fukara içindi.

 
Annesinin gönderdiği 1.5 asitlik özel zeytinyağını ekmek banarak yiyen Çanakkale’li arkadaşıma pek şaşırdığımı anımsıyorum.

 
Biz Güneydoğuluların yemek kültürü yanında konuşma aksanı da farklıydı.  Özellikle boğazdan gelen K ve H harfi, Alameti farika gibiydi. Örneğin, karnıyarık, kapı ya da yok sözcüğünü duymak bizi ele vermek için yeterdiydi.

 
Çanakkale Öğrenci Yurdu’nun bendeki unutamadığım anısı, 1964 yılının sonbaharından kalmadır. Siyasetin hareketlendiği ve Adalet Partisinde Genel Başkanlık seçiminin yapılacağı günlerde,  28 Kasım 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ön sayfasındaki iki adayın, Süleyman Demirel ile Saadettin Bilgiç’in fotoğrafı görülüyordu. İki adayın da Ege bölgesine yakın Isparta’lı oluşu, oda arkadaşlarımı çok sevindirmişti.

 
Bütün bu deneyimler ülkenin, doğusu batısı, kuzeyi güneyi ile toplumsal yönden tanışmasını ve karışmasını sağlıyor, bir bakıma ön yargıları yıkıyordu. İnsanın her yerde, önce insan olduğunu olduğu gerçeğini doğruluyordu.

 

 

 

 

EMİNÖNÜ   POSTANESİ

 

 
Sirkeci Eminönü Postanesi, 60’lı, 70’li yıllarda İstanbul’da öğrenim gören öğrencilerin hayatında çok önemli bir yere sahipti. Telefonla şehirlerarası iletişimin sorun olduğu 1980’lerin ilk yarısına kadar süren o dönemde, öğrenciler için ev ya da memleket ile konuşabilecekleri neredeyse tek yer, bu mekandı. O görkemli çok katlı, kalın duvarlı, yüksek tavanlı taş binanın karanlık zemin katındaki “Şehirlerarası Telefon” bölümü, gurbet kuşlarının buluşma yeri gibiydi.

 
Özellikle pazar günleri erken saatlerde, şöförün hemen yanındaki gürültülü motoru ile bilinen kırmızı renkli “Skoda” marka  İETT otobüsleriyle ulaştığımız ve saat kaçta çıkacağımızı bilemediğimiz postane binasının merdivenlerini her seferinde ayrı bir heyecanla tırmanırdık. Telefonla evi aramanın nedenleri belliydi. Ya İstanbul’a salimen vardığımızı haber verecektik, ya da sınavların bittiğini ve ne zaman yola çıkacağımızı söyleyecektik. Bunlar dışındaki bir diğer önemli neden duygusaldı. Yani para isteyecektik.

 
Yüksek bankonun arkasındaki asık suratlı, bıkkın bayana arayacağımız telefon numarasını  söyledikten sonra yan yana sıralanan 1, 2, 3… nolu konuşma kabinlerini görebileceğimiz ve asık suratlı görevli bayanın “Diyarbakır 2 numaraaa” diyen sesini duyabileceğimiz bir yerde tahta kanepelerde sabır içinde oturmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Hep saygılı konuştuğumuz, mecburen, sinirlendirmemek için alttan aldığımız şehirlerarası telefon memureleri neden hep asık suratlı ya da sinirli olurdu, bir türlü anlayamazdık. Aslında nedeni belliymiş. Bütün çalışma saati boyunca, hepsi birbirinden önemli ve acil olan (!) görüşme taleplerini sıraya koymak, onlarca insanla defalarca konuşmak, onları ikna etmek, araya giren nüfuzlu insanları kırmadan idare etmek Allah için kolay iş değildi. Neye ki 1980’leren itibaren haberleşmenin kolaylaşması ile bu sorun ortadan kalktı.

 
Kaç saat sonra geleceği belli olmayan konuşma sırası geldiğinde, her seferinde ilk günkü heyecanla anons edilen tahta kabine girer, ağır siyah ahizeyi telaşla elimize alır, üç dakikanın nasıl geçtiğini anlamadan konuşurduk. Konuşma başlamadan ya da konuşma sırasında bağlantı kesilmesi hiç de sürpriz sayılmazdı. 

 
Bu törensel postane ziyaretlerinin şehir efsanesi olmuş iki olayı, yıllar yılı anlatılır durur. İlkinde; ilk defa gurbete çıkan öğrenci ailesi ile görüşmek istiyor. Nihayet telefon bağlanıyor. Telefonun öbür ucunda ağlamaklı sesiyle annesi… Diyaloğ şöyle;

 

“Anne”

“Can”

“Anne”

“Kurban”

“Anne beni dinle!”

“Hayran”

“Anne hele bir beni dinle. Nasılsın”

“Babam”

“Anne nasılsınız”

“Can, sana kurban olayım”

“Anne vakit doluyor, nasılsın, iyi misin”

“Senin sesine kurban”

“Anne, babam nasıl, kardeşim nasıl”

“Hepsi sana kurban”

……

…....

 
Biraz sonra şehirlerarasındaki kadın arayı giriyor.

 
“Vakit doldu, hadi çık”

 
Muhtemelen öte yandaki kadın, trans halinde, oğlunun sesini duyduğu için dünyanın en mutlu insanı. Konuşan genç hem mutlu, annesinin sesini duyduğu için, hem de hayal kırıklığı içinde, doğru dürüst konuşamadığı için.

 
Bir diğer şehir efsanesi, daha somut ve gerçekçi. Öğrenci babası ile rahat rahat konuşuyor, ta ki iş paraya gelinceye kadar.

 

“Baba nasılsın?”

“İyiyim oğlum, gözlerinden öperim”

“Baba senden bir isteğim var”

“…Söyle oğlum”

“Baba, bana para lazım”

“…Oğlum duymadım”

“Baba param bitti, bana para gönder”

“Oğlum ne diyorsun, duymuyorum, biraz kuvvetli söyle”

“Baba para istiyorum, para! Bana para gönder”

“Oğlum vallah hiç sesin gelmiyor, Herhal hatlar karışıyor”

“Baba beni duymuyor musun?”

“Yok duymuyorum. Hatlar kesik, ha ben kapatıyorum”

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder