YURT HAYATI
Yüksek öğrenim süresince en farklı deneyimlerin kazanıldığı
mekanlardan biri, belki de ilk sırada geleni öğrenci yurtlarıydı.
O yıllar; değil bölgeler arası, şehirlerarası ilişkinin bile
sınırlı olduğu, insanların dar ortamlarda belirli kültürel kalıplar içinde
yaşadığı dönemdi. Bu koşullarda yetişen gençlerin, farklı bölgelerden farklı
kültürel alışkanlıklarla gelen başka gençlerle aynı ortamda yaşaması,
aralarında kültür alışverişi kadar zaman zaman da çatışmalara neden oluyordu.
Henüz ideolojik gruplaşmalar belirgin olmadığı için, aynı
kent hatta aynı kasabadan gelen gençler arasında hemşerilik, memleketlilik
bağları ön plana çıkıyordu.
Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğüne bağlı yurtlarda her
yöreden öğrenciler
birarada kalıyordu.
Aynı odayı paylaşan bu gençler arasındaki günlük ilişkiler
inanılmaz bir kültürel çeşitlilik ve deneyim
kazandırıyordu onlara.
Bazı illere ait yurtlarda;
Sivas, Kütahya, Adana vb. ise, ağırlıklı olarak o ilin öğrencileri
barınıyordu. Özelikle İstanbul’a ilk kez gelen öğrencilerin uyum dönemi için bu
yurtlar pek uygundu.
Yaklaşık bir yıl kaldığım Çanakkale Öğrenci Yurdu, o güne
kadar kısıtlı bir arkadaş çevresinde yaşayan benim için yaşamımın ilk önemli
deneyimi oluyordu. Aynı odada beraber kaldığımız oda arkadaşlarım; Çanakkale,
Denizli ve Nazilli’den gelmişti. Sanıyorum ben de onlar için ilginçtim. Çünkü,
kültür olarak birbirine yakın Marmara ve Ege bölgesi gençleri, hayatlarında ilk
kez farklı bir bölge ve kültürden, Güneydoğudan gelen yaşıtları biriyle aynı ortamda
yaşamak, benim kadar onlar için de ilginçti.
Oda arkadaşlarım, Hüseyin, Ahmet ve Yusuf’un özellikle
konuşma aksanlarıyla yemek alışkanlığı benim için tam bir sürprizdi. Her ne
kadar konuşmadaki farklı vurgular ve yerel sözlere filmlerden, kitaplardan ve
özellikle Özay Gönlüm’den dolayı yabancı olmasak da bu farklı kültürle birebir
yaşamak farklı bir kazanımdı.
Ege lehçesi ile, “İşingi bil agidiş” ya da bayramlarda
tekrarladıkları
“Kızlaaamız
oğlanlaaamız, 19 Mayıslaaada, 23 Nisanlaaada cabıldak cabıldak dolaşıyolaaa. Ne
lan buuuu?” cümlesi çok hoşuma giderdi. Hala her 19 Mayıs, 23 Nisan bayramında
bu sözleri anımsayarak gülerim.
Nazilli’li arkadaşlarımın sık sık söylediği türkü bile
bizimkilerden farklıydı ya da gurbette bize öyle geliyordu (!):
“Ay beyaz deniz mavi, eğlenin kızlar
Yarinden ayrılanın
yüreği sızlar,”
gibi aydan, denizden, eğlenceden bahsederken, bizim türküler
dertten,
hastalıktan ya da
mahpushaneden bahsediyordu:
“Mardin kapı şen olur, dibi değirmen olur,
Buralarda yar seven
mutlaka verem olur”
ya da:
“Bir taş attım havaya, düştü mahpushanaya,
Birkaç kızı
kandırdım, bir şişe lavantaya”
gibi.
Sebze ve zeytinyağının öncelik ve ağırlıkta olduğu yemek
alışkanlığı da bize göre çok farklıydı. Güneydoğu yemek kültürüne göre, et,
sulu yemek ve pilavsız asıldı. Yemekler bol etli, hem de yağlı etli olmalıydı.
Yağ dediğin sadeyağ ya da tereyağıydı. Zeytinyağı alışkanlığımız bazı
kızartmalar dışında yok sayılıurdı. Vita gibi bitkisel yağlar ise ancak fakir
fukara içindi.
Annesinin gönderdiği 1.5 asitlik özel zeytinyağını ekmek
banarak yiyen Çanakkale’li arkadaşıma pek şaşırdığımı anımsıyorum.
Biz Güneydoğuluların yemek kültürü yanında konuşma aksanı da
farklıydı.
Özellikle boğazdan gelen K ve
H harfi,
Alameti farika gibiydi.
Örneğin, karnıyarık, kapı ya da yok sözcüğünü duymak bizi ele vermek için
yeterdiydi.
Çanakkale Öğrenci Yurdu’nun bendeki unutamadığım anısı, 1964
yılının sonbaharından kalmadır. Siyasetin hareketlendiği ve Adalet Partisinde
Genel Başkanlık seçiminin yapılacağı günlerde,
28 Kasım 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ön sayfasındaki iki adayın,
Süleyman Demirel ile Saadettin Bilgiç’in fotoğrafı görülüyordu. İki adayın da
Ege bölgesine yakın Isparta’lı oluşu, oda arkadaşlarımı çok sevindirmişti.
Bütün bu deneyimler ülkenin, doğusu batısı, kuzeyi güneyi
ile toplumsal yönden tanışmasını ve karışmasını sağlıyor, bir bakıma ön
yargıları yıkıyordu. İnsanın her yerde,
önce
insan olduğunu olduğu gerçeğini doğruluyordu.
EMİNÖNÜ POSTANESİ
Sirkeci Eminönü Postanesi, 60’lı, 70’li yıllarda İstanbul’da
öğrenim gören öğrencilerin hayatında çok önemli bir yere sahipti. Telefonla
şehirlerarası iletişimin sorun olduğu 1980’lerin ilk yarısına kadar süren o
dönemde, öğrenciler için ev ya da memleket ile konuşabilecekleri neredeyse tek
yer, bu mekandı. O görkemli çok katlı, kalın duvarlı, yüksek tavanlı taş
binanın karanlık zemin katındaki “
Şehirlerarası
Telefon” bölümü, gurbet kuşlarının buluşma yeri gibiydi.
Özellikle pazar günleri erken saatlerde, şöförün hemen
yanındaki gürültülü motoru ile bilinen kırmızı renkli “Skoda” marka
İETT otobüsleriyle ulaştığımız ve saat kaçta
çıkacağımızı bilemediğimiz postane binasının merdivenlerini her seferinde ayrı
bir heyecanla tırmanırdık. Telefonla evi aramanın nedenleri belliydi. Ya
İstanbul’a salimen vardığımızı haber verecektik, ya da sınavların bittiğini ve
ne zaman yola çıkacağımızı söyleyecektik. Bunlar dışındaki bir diğer önemli
neden duygusaldı. Yani para isteyecektik.
Yüksek bankonun arkasındaki asık suratlı, bıkkın bayana
arayacağımız telefon numarasını
söyledikten sonra yan yana sıralanan 1, 2, 3… nolu konuşma kabinlerini
görebileceğimiz ve asık suratlı görevli bayanın “Diyarbakır 2 numaraaa” diyen
sesini duyabileceğimiz bir yerde tahta kanepelerde sabır içinde oturmaktan
başka seçeneğimiz yoktu. Hep saygılı konuştuğumuz, mecburen, sinirlendirmemek
için alttan aldığımız şehirlerarası telefon memureleri neden hep asık suratlı
ya da sinirli olurdu, bir türlü anlayamazdık. Aslında nedeni belliymiş. Bütün
çalışma saati boyunca, hepsi birbirinden önemli ve acil olan (!) görüşme
taleplerini sıraya koymak, onlarca insanla defalarca konuşmak, onları ikna
etmek, araya giren nüfuzlu insanları kırmadan idare etmek Allah için kolay iş
değildi. Neye ki 1980’leren itibaren haberleşmenin kolaylaşması ile bu sorun
ortadan kalktı.
Kaç saat sonra geleceği belli olmayan konuşma sırası
geldiğinde, her seferinde ilk günkü heyecanla anons edilen tahta kabine girer,
ağır siyah ahizeyi telaşla elimize alır, üç dakikanın nasıl geçtiğini anlamadan
konuşurduk. Konuşma başlamadan ya da konuşma sırasında bağlantı kesilmesi hiç
de sürpriz sayılmazdı.
Bu törensel postane ziyaretlerinin şehir efsanesi olmuş iki
olayı, yıllar yılı anlatılır durur. İlkinde; ilk defa gurbete çıkan öğrenci ailesi
ile görüşmek istiyor. Nihayet telefon bağlanıyor. Telefonun öbür ucunda
ağlamaklı sesiyle annesi… Diyaloğ şöyle;
“Anne”
“Can”
“Anne”
“Kurban”
“Anne beni dinle!”
“Hayran”
“Anne hele bir beni dinle. Nasılsın”
“Babam”
“Anne nasılsınız”
“Can, sana kurban olayım”
“Anne vakit doluyor, nasılsın, iyi misin”
“Senin sesine kurban”
“Anne, babam nasıl, kardeşim nasıl”
“Hepsi sana kurban”
……
…....
Biraz sonra şehirlerarasındaki kadın arayı giriyor.
“Vakit doldu, hadi çık”
Muhtemelen öte yandaki kadın, trans halinde, oğlunun sesini
duyduğu için dünyanın en mutlu insanı. Konuşan genç hem mutlu, annesinin sesini
duyduğu için, hem de hayal kırıklığı içinde, doğru dürüst konuşamadığı için.
Bir diğer şehir efsanesi, daha somut ve gerçekçi. Öğrenci
babası ile rahat rahat konuşuyor, ta ki iş paraya gelinceye kadar.
“Baba nasılsın?”
“İyiyim oğlum, gözlerinden öperim”
“Baba senden bir isteğim var”
“…Söyle oğlum”
“Baba, bana para lazım”
“…Oğlum duymadım”
“Baba param bitti, bana para gönder”
“Oğlum ne diyorsun, duymuyorum, biraz kuvvetli söyle”
“Baba para istiyorum, para! Bana para gönder”
“Oğlum vallah hiç sesin gelmiyor, Herhal hatlar karışıyor”
“Baba beni duymuyor musun?”
“Yok duymuyorum. Hatlar kesik, ha ben kapatıyorum”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder