2 Eylül 2011 Cuma

ŞEHİR HAYATINDAN MANZARALAR

ŞEHİR   HAYATINDAN MANZARALAR



50 ve 60’lı yıllarda Diyarbakır’da ticaretin merkezi, büyük oranda şehrin ortasından geçen Gazi Caddesi’ydi. Çarşının pastane, şekerleme,  restoran, ayakkabı, konfeksiyon, tuhafiye, tekel bayi gibi modern alış veriş kısmı;  Dörtyol çevresi ile Belediye arasında, toptan gıda, manifatura ve kantariye; Balıkçılarbaşı, Mardin Kapı ve Urfa Kapı Cadde’si yöresindeydi. Günlük mutfak alışverişinin merkezi ise Ulu Cami karşısındaki Kasaplar ve Yoğurt Pazarı idi.



KASAPLAR VE YOĞURT PAZARI


Çocukluk ve gençlik yıllarımızda, özellikle yaz aylarında bizlere düşen görevlerinden biri, sabah erken saatlerde mutfak alış verişi yapmak için çarşıya gitmekti. Evimiz Ulu Cami’nin hemen arkasında olduğu için çarşıya gitmenin pek zorluğu yoktu. Üstelik artan masraf parasından bize kalacak birkaç kuruş ta fena sayılmazdı.

Bir gün önceden veya o sabah ne pişirileceğine karar veren aile büyüklerinin istediği sebze meyve ve eti almak için elimizde file veya sepet; et için kasaplar çarşısının, sebze meyve için hemen yakınındaki yoğurt pazarının yolunu tutardık.  Bazı ailelerde ise bu görev, evin erkeğine aitti. Evin erkeği, tanıdık bir hamalla dolaşarak gerekli masrafı yapar, sırtındaki küfeyi dolduran hamala bunları eve götürmesini söylerdi.

Ulu Cami’nin karşısında, günümüzde ‘Kuyumcular Çarşı’ sı olarak bilinen, o dönemlerde ise ‘Kasaplar Çarşısı’ olarak kullanılan Kapalı Çarşı, aslında bitişiğindeki tarihi Hasan Paşa Hanı’nın bir parçası idi. Hasan Paşa Hanı, 16. yüz yılda Diyarbakır Valisi Hasan Paşa tarafından yapılan çok önemli bir yapıdır. Han, dışarıdan gelen tüccarların konaklaması için üst kattaki odaların, hayvanların barınması için bodrum katının kullanıldığı, uzun yıllar boyunca hizmet vermiş bir kervansaraydı. Hanla bağlantısı olan Kapalıçarşı ise Osmanlı döneminde hayli gelişmiş olan kuyumculuk sanatıyla ilgili esnafın toplandığı bir yerdi.

Cumhuriyet yıllarında uzun süre, 1980’lere kadar, Hasan Paşa Hanı  iş merkezi, Kuyumcular Çarşı’sı kasaplar, hanın arka sokakları ise, sakatatçılar ve marangozlar tarafından kullanıldı. Daha sonra ise önce Kapalı Çarşı, Kuyumcular Çarşısı’na dönüştü, restorasyonu takiben de turizme açıldı.

Bu çarşının şüphesiz en renkli siması, herkesin tanıdığı akrep ve yılan zehirlenmesine karşı efsunlu olan Şeyh Güzel’di. Çocukluk günlerimizde, dükkanının önünden mümkün olduğunca geçmemeye çalışır, zorunlu olduğumuzda da yolun karşı tarafından süratle ve korkuyla yürür, Şeyh Güzel ile göz göze gelmemeye özen gösterirdik.

1950 ve 60 lı yıllardaki haliyle kasaplar çarşısı, et almak için şehrin önemli ve biricik merkeziydi.

Kasaplar Çarşı’sında, Adnan Onur’un çarşının hemen girişinde, sol köşede yer alan iki cepheli iş yeri, tam anlamıyla örnek bir manav dükkanıydı. Üst üste yerleştirilmiş tezgahlarda, henüz hormondan habersiz, tamamen doğal yetişmiş her türlü mevsimlik sebze ve meyve, gözü dolduracak, dükkandan taşacak kadar boldu.  En üstlerde adını bildiğimiz ancak nadiren sadece tadımlık yediğimiz muz, bu bütünlüğü tamamlıyordu. Bütün sebze ve meyveler, hep birlikte sıkça sulanmanın sağladığı taze ve canlı görünümü ve doğal renklerinin yarattığı renk cümbüşüne ilaveten yanıp sönen ışıkların içinde kitaplardan alınmış bir fotoğrafa benziyordu.


Bir Kasap Klasiği; Dağ Manzarası


Bu fotoğrafı tamamlayan duvarda çerçevelenmiş büyük boy bir tablo; mavi gökyüzü, beyaz bulutlar, mor dağlar, aralarından akan bir dere, yeşil çimenler ve ağaçlar ile ülkenin her yerindeki manav ve kasap dükkanının vazgeçilmez duvar resmi, hemen dikkati çekiyordu. Dükkanın diğer duvarında, bir sepetten taşan her türlü meyvenin resmedildiği bir natürmort tablo vardı. Bilinen elma, armut, portakal, ayva, üzüm gibi tanıdık meyveler dışında bize uzak ve çok uzak olan iki meyve, muz ve ananastı. Muz, daha çok bildiğimiz, eve ancak önemli bir misafir geldiğinde satın aldığımız ve tadımlık yediğimiz bir meyve idi. Ananas ise bizler için, görmediğimiz, dokunmadığımız, hele hele tadını hiç bilmediğimiz ama resimlerde hep merakla imrenerek baktığımız gizemli bir şeydi.        


Çarşıdaki kasap dükkanlarında ise, en doğal şartlarda yetiştirilmiş ve şehir içindeki mezbahada kesilmiş, kuzu, koyun, dana ve sığır, bacaklarından asılmış halde veya parçalar halinde küçük çaplı soğutucuların içinde satışa hazır beklerdi. Genellikle her ailenin devamlı alış veriş yaptığı bir kasabı vardı. O gün evde sulu yemek yapılacaksa küçük parçalar halinde kemikli et (but veya kürek) veya kuşbaşı, dolma yapılacaksa yağlı kıyma, köfte yapılacaksa yağsız kıyma, çiğ köfte yapılacaksa özel çiğköftelik kıymanın adını söylemek yeterliydi. Etin kokusu ve tadı, tavuk etinin kokusu ve tadı gibi adına yaraşırdı. Günümüzün tatsız tutsuz, kokusuz etleri gibi değildi tabii ki.


Sebze ve meyvenin kilosunun kuruş, etin kilosunun birkaç lira olduğu o dönemlerde beş on lira ile günlük masrafı yapmak mümkündü.

Alış Verişin Kalbi; Yoğurt Pazarı

Kasaplar Çarşısı’nın biraz ilerisinde, eski Borsa Hanı’na giden yolun sağ tarafında şehrin en önemli ve canlı sebze pazarı ‘Yoğurt Pazarı’ vardı. Her ne kadar pazaryeri, adını köylülerin sabah getirdikleri bakraçlardaki yoğurtlardan almış olsa da, alış verişin çoğu sebze meyve üzerineydi. Pazarın, açık ekmeği ile tanınan Mecit Ağa’nın fırınına bakan köşesinde birkaç manav ve onların karşısında meşhur ‘Buzcu Hamit Efendi’ vardı.


Buz mu Kar mı İstersiniz ?

Buz, o dönemlerin Diyarbakır’ında yazın, ekmek kadar, su kadar önemliydi. Bu sıcaklarda bir bardak soğuk su veya ayranın yerine hiçbir şey geçemezdi. Bu nedenle evlerde, buzdolabının henüz olmadığı o yıllarda, bütün bir yaz boyunca öğlen ve akşam yemeklerinde çocukların en önemli işlerinden biri buz almaktı. İç Kale’deki buz fabrikasından getirilen buz kalıpları, tezgaha konur konmaz usta ellerdeki küçük baltayla hemen birer ikişer kilo halinde parçalara ayrılır ve çocuklara satılırdı. Alınan buzu eve kadar eritmeden ve tabii ki parmakları dondurmadan taşımanın tek yolu bu konuda deneyimli olmaktı. En sağlam yol, evden bir havlu ile gelmek ve buzu buna sarmaktı. Bunu unutmuşsanız veya yanınızda havlu yoksa diğer yol, buzu sağlam bir iple bağlamak ve öyle taşımaktı. Her ne kadar eve varıncaya kadar eliniz donacak gibi olsa ve buz bir miktar erise de kalan buzun su dolu bakraca ya da hazır ayrana atılması ve içilmesinin yarattığı hoşluk, bütün bunları unuttururdu.

Yaz dışında bazı günler, kış aylarında çukurlara konan ve üzeri samanla örtülerek saklanan kar satışı yapılırdı. Özellikle Mardin Kapı yakındaki Şeyh Mehmet düzlüğünde bu iş için uygun çukurlarda saklanan kar, testere ile kesilerek satılırdı.

Buz ve kar ticareti, sosyal gelişime paralel olarak 60’lı yıllarla beraber evlere buzdolabının girmesi ile geriledi ve sonra tamamen bitti. Evimize de 1964 yılında AEG marka buz dolabı alımında en büyük kozumuz, babama yaz boyunca istediği kadar soğuk su ve buz sağlama sözünü, yemin billah vermemiz olmuştu. Kış aylarında buzdolabını çalıştırmama sözünü verdiğimizde ise, buna hiç kimsenin uymayacağını zaten herkes biliyordu.

Yoğurt pazarının ara sokaklarındaki birkaç yumurtacı, hem günlük hem de kışlık yumurta ihtiyacını karşılıyordu. Günlük taze yumurtanın dışında kışa doğru, bunlardan ya da sokakta gezen yumurta satıcılarından 80- 100 yumurta alır, samanla dolu bir sepete bunları dikkatlice yerleştirir, yüksekçe yerdeki bir çengele asar, gerektiğinde oradan alır kullanırdık.


Hormonsuz Sebze Meyve

Yoğurt pazarının orta kısmında baraka şeklinde manavlar vardı. Ürünler orta yere tepeleme dökülür, herkes istediği kadar seçerek alırdı. Kış hazırlığı olarak dolmalık patlıcan zamanı geldiğinde tepeleme yığılan taze patlıcanlar kapışılırdı.

Domatese, ‘Domata’ veya ‘Frengi’  ya da ‘Frengi Patlıcanı’ denirdi. Frengi denmesinin nedeni, muhtemelen domatesin ülkeye daha sonraları Avrupa’dan gelmiş olmasıydı. Bilinen havucun yanı sıra, elleri boyayan lezzetli mor havucun bir diğer adı da ‘Pürçüklü’ idi. Karpuz, kavun, üzüm, özellikle ‘Şire Üzümü’ ve salatalık en bol ve ucuz ürünlerdi. Bir diğer bol ve lezzetli sebze,  maruldu. ‘Has’ da denen göbekli ve yağlı marullar, Dicle Nehri vadisindeki bahçelerin gözde ürünlerindendi. Bir seferde sekiz on tane alınır, çuvaldıza takılan ip ya da ince ağaç kabuğuna geçirilerek eve getirilir, havuza atılır ve iyice yıkandıktan sonra kısa sürede tüketilirdi.

Yoğurt Pazarı’nın ilginç ürünlerinden biri de, Dicle Nehri kıyısında yetiştirilen ve  “Şeftali… kum mali…” tekerlemesi ile satılan şeftaliydi. Küçüklüğüne rağmen sulu ve lezzetli olan bu meyve de maalesef günümüze kadar gelemedi.

Kalın kabuklu meşhur Diyarbakır karpuzu, iriliği ve lezzeti ile zaten bütün ülkede, şehrin surlardan sonraki ikinci sembolü olarak tanınıyordu. Trenle Ankara veya İstanbul’a gidişlerde, kuşetli kompartumanda bavullarımızın yanında sallanarak bize refakat eden bu karpuzlar,  tanıdıklara götürülecek en makbul hediyelerden biriydi. Kışa doğru çıkan, oval biçimli, dilimli, iri sert kabuklu kış kavunları, koruması zor da olsa, tadı mükemmel kavunlardı. Bu kavunlar kilerde yerle temas etmemeleri için iplerle tavana asılı vaziyette bekletilir, günü geldiğinde afiyetle yenirdi. Şehrin bir diğer özel meyvesi olan karadut (Karahöbür), mayıs ayındaki kısa süren ömrü nedeniyle çarşı pazara düşmeden daha çok sokak aralarında akşamüstü başlarda taşınan tavlalarla satılırdı. Üniversite öğrenciliği yıllarımızda karahöbür sezonu bitmeden memlekete dönüşün hayalini kurardık.


Eşek Yüküyle Çay Kavunu

Yine Dicle Nehri kıyısında yetiştirilen küçük boy çay kavunları yaz aylarının en beğenilen ürünlerindendi. İnce kabuğu, çalkalandıkları zaman içinden gelen lıkır lıkır sesi ile çok beğenilen bu lezzetli ve kokulu kavun türü de günümüze kadar yaşayamadı. Sabahın erken saatlerinde her birine 10-12 kavun sığan çuvallardaki kavunlar satın alındıktan sonra eşekle eve kadar taşınırdı. Evde serin olan sedirlerin atına konur, gerektiğinde hemen kesilir, çekirdekleri kurutulmak üzere yıkandıktan sonra güneşte kurumaya bırakılır, dilimlenen kavunlar afiyetle yenirdi. Kabukları ise, büyüklerimizin dişleri temizler tesviyesi tartışmasız şekilde kabul edildiği için iyice kemirilirdi.


Kadayıfçılar

Yoğurt pazarının aşağı kısmında iki değişik iş yeri unutulmazdı. Bunlardan biri taze tel kadayıf yapanlar, diğeri de el tezgahında seccade dokuyanlardı. Pişirilmiş veya çiğ kadayıfın satıldığı bu dükkanlarda, kadayıfçı ustası, oturduğu yerde önünde bulunan alttan ısıtılan büyük yuvarlak metal bir sacı, eliyle belli bir hızla ekseni etrafında çevirirken, yaklaşık 30-40 cm yukarıdaki delikli çubuktan akan cıvık kadayıf hamuru, sıcak sacın üzerinde hemen katılaşıyor ve bildiğimiz tel kadayıf halini alıyordu. Delikli çubuğa cıvık hamur sağlayan hazne boşaldıkça yerine yenisi konuyordu. Her kadayıf almaya gittiğimde bu çalışma düzenini uzun uzun ve hayranlıkla izlediğimi anımsıyorum. O yıllar henüz burma kadayıf moda olmadığı için evde siniler halinde mutfaktaki ocak veya mangal ateşinde önce alt yüzü sonra hanımların ustaca hamlesi ile ters çevrilen üst yüzü pişirilir, şırası döküldükten sonra sofraya getirilirdi.


Seccade Ustaları

Seccade, biz buna evde namazlık da derdik, dokuyanları da hayranlıkla izlerdim. Seccade ustası, oturduğu yerde önündeki küçük tezgahta, beyaz, mavi, kırmızı, yeşil renkli yün ipliklerle artık bir örneğe bakmadan bilmem kaçıncı kez, enine çizgili, baş tarafı üçgenlerden oluşan yaklaşık 70 cm e 150 cm büyüklüğündeki yün seccadeyi ustalıkla dokurdu. Bu gün hala bu dokuma bir yerlerde devam ediyor mu bilemiyorum ama o seccadelerden bu güne kadar gelen bir örnek kalmadığı için üzülürüm.


“Ava Buze” ve “Çakıl Mast”
 
Yoğurt Pazarı çevresinde çarşının değişmez kahramanları; soğuk su, ayran, limonata, meyan şerbeti, sigara kağıdı, benzin ve çakmak taşı satıcıları ile hamallar sabahtan akşama kesilmeyen çığrışları ile tabloyu tamamlardı.

Soğuk su ve ayran satıcıları, sırtlarında taşıdıkları veya önlerine koydukları, içine buz atılmış su ve ayran kaplarıyla yerlerini alırdı. Su satıcıları;  Kürtçe “Ava buze”, “Zozan buhe yüz para”, ya da Türkçe;  “Soğuk su içen” ya da “Yüz paraya bi bardak, inanmazsan iç te bak”, “Otuz iki dişe kemane çaldırır”  tekerlemesiyle, ayran satıcıları; “Ayran ayrannn, Çakıl Masttt…”, limonatacılar; “Leymunnn, leymunnn” sesleri ile koroya katılırlardı.

Su satan çocukların önceleri basit tenekeden yapılan maşrapaları, bir süre sonra birden herkesin ilgisini çekecek kadar renkleniverdi. Teneke kutularda beyaz, kırmızı ve mavi renkler arasındaki ‘Coca Cola’ yazısı dikkat çekecek kadar yabancıydı. Diyarbakır yakınındaki Nato’ya ait Pirinçlik Üssü’ndeki Amerikalıların içtiği, bizlerin adını yeni yeni duyduğumuz ama tadını bilmediğimiz bu içeceğin, metal kaplarla da olsa toplumla tanışmasının ilk adımlarıydı bunlar.  

Çocukların; “Cigare kağıdı var, çakmak taşı var, kimde var, kime lazım”,  “Çakmak taşı var benzin var”  tekerlemesi ile sattığı sigara kağıdı, özellikle kaçak tütün kullananlar için önemliydi. Üzerlerinde taç resmi olan sigara kağıtları, o dönem bir çok üründe olduğu gibi ülkeye kaçak giriyordu.
                                                   
                             
Çin İşi Japon İşi

Belediye önünden Dörtyol’a kadar olan çarşının ilginç kahramanlarından biri de, yeni bir ürünü pazarlayan dolaşıcı satıcılardı.  Muhtemelen kaçak üretimle piyasaya giren bu ürünlerin tanıtımı çok ilginçti. Satıcıların ürünü tanıtırken söyledikleri;

 ‘Çin işi Japon işi, bunu yapan iki kişi, biri erkek biri dişi…’,

 jilet veya yeni bir cihaz tanıtımı için;

 ‘Kendisi Alman, hem çelik hem yaman’, ya da,
   
‘Almanya’nın çok gizli Zokofogo yeraltı fabrikalarında yapılan bu icat…”

ile başlayan cümlelerle kendilerini merakla izleyen kalabalığın önce dikkatini çeker sonra satacağı ürünün yanı sıra bazı hediyeler de vererek zihnini çelerdi.

Yıllar sonra İstanbul’da Haydarpaşa - Karaköy vapuru ve Beyoğlu’nda ya da çizgi roman Red Kit’te bu tip satıcıları tanıdığımda, işin sandığımdan daha eski, yaygın ve profesyonelce olduğunu anlamıştım.

50’li ve 60’lı yılların Yoğurt Pazarı; sebzesi, meyvesi, çevresindeki fırınları, kadayıfçısı, dokumacısı ile Demirciler Çarşısı, Sülüklü Han ve seyyar satıcıları ile geçen yıllarda tam yok olmasa bile önemli derecede değişse de, anıları değişmeden o günkü tazeliği ile belleklerimizde kaldı.



DÖRTYOL, ŞEYHMUS PASTANESİ

Diyarbakır’ın merkezi sayılan Dörtyol’un dört köşesinde, meşhur Şeyhmus Pastanesi (Tatlıcılar), Atlas Şekerleme, Hakkı Fındık’a ait Pastane ve Nebii Cami yer alırdı. Yolun tam ortasında da, içinde trafik polisinin görev yaptığı, o zamanlar şehirde kaç araba vardı bilmiyorum, silindir şeklinde kontrol noktası hemen dikkati çekerdi.

O dönemi yaşayanlar içinde, sanırım bu üç işyeri ile ilgili anısı olmayan yoktur.

Baklava, dondurma ve böreği haklı bir üne sahip olan Şeyhmus Pastanesi, sadece Diyarbakır’ın değil bütün Güneydoğu’nun tanınmış pastanesiydi. Zaten haklı nedenlere dayanan bu ünleri, onları kısa sürede İstanbul’a taşıyarak ülke çapında tanınmasını sağladı.

O dönemde akşamüstü ya da tatil günleri, Şeyhmus Pastanesi’nde oturmak, yazın devamlı çalışan vantilatörün serinliğinde birşeyler yemek, sohbet etmek bir ayrıcalıktı. Kışın  börek ya da kuru pasta veya limonata, yazın ise baklava üstü dondurma biz gençlerin favorisiydi.

Şeyhmus Pastanesi’nin en ilginç kahramanı, Recep Usta idi. Tombul yüzü, beyaz iş gömleğinin altından belli olan belirgin göbeği ile hemen dikkati çekerdi. Elindeki, yarım ay şeklindeki sarı metal bıçağı maharetle kullanarak, pastanenin en özel ürünü olan Sarıyer Böreği’ni ustaca doğrardı. Bu sırada bıçağın tezgaha teması, kulağa hoş gelen güzel bir ritm yaratırdı. Tak tak da tak tak, tak tak taka tak tak gibi…Masamızda veya sipariş beklerken ayakta, Recep Usta’nın hünerli elleriyle çıkardığı bıçağın müzikal sesini hayranlıkla izlerdik.

Pastane özellikle bayram öncesinde olağanüstü bir yoğunluk yaşar, sabaha kadar çalışılır, tepsilerle baklava evlere servis edilirdi.

Pastanenin çaprazında Onur Palas’ın altındaki Atlas Şekerleme, özellikle çikolataları ile yine haklı bir ün sahibiydi. Bayramlarda çikolata, lokum ve badem şekeri satışları olağanüstüydü. Karşısındaki Hakkı Fındık’ın pastanesi de çokça  bilinen yerlerdendi. Pastaneye bitişik Spor Toto bayii, o dönemlerin en ilgi çeken yerlerinden biriydi. Hafta sonları akşama doğru duvara asılan maç sonuçları, ilgiyle takip edilirdi.

Diğer köşedeki Nebi Cami, 1950 nin ilk yarısındaki yol genişletme çalışmalarından sonra onarılarak bugünkü haline getirildi. Şeyhmus Pastanesi, Atlas Şekerleme ve Hakkı Fındık’ın yeri ise, zaman içinde sıra ile yıkıldı, yerlerine yeni yapılar yapıldı. O eski yapıların bizim anılarımızdaki yeri bütün tazeliği ile kaldı. Şimdiki yapılar da, bizden sonrakiler için yeni anılar üretme görevini devraldı.


DAĞKAPI… BAYRAK TÖRENİ VE ÇOCUK PARKI

Dağkapı, o dönemde, tarihi surların çevrelediği sur içi ile, modern binaların ve yolların yapılmaya başlandığı Yenişehir arasında en önemli geçiş alanını oluşturuyordu. Öte yandan bu bölgedeki çocuk parkı, Yenişehir Sineması, Dilan Sineması, Yıldız Sineması, Ordu Evi Sineması ile gece kulüpleri de, şehrin eğlence dünyasının ağırlığını taşıyordu. Akşam serinliği ile beraber gençlerin ve erkeklerin gezi yeri bu bölgeden başlıyor, Lise Caddesi veya Fis Kayası’na doğru devam ediyordu. Kısacası; Dağkapı, yeniliğe ve modernliğe açılan bir kapıydı.

Dağkapı ile ilgili 1950’lerden kalan en eski anım, bizim gökdelen dediğimiz şimdiki Ordu Evi’nin yerinde bahçe içindeki  Bay Kadri’nin Kahvesi’ dir.  Bir zamanlar çok iyi bilinen bu mekanı hatırlayan kişilerin giderek azaldığına eminim. 1930’lu yıllarda başlayan, neyse ki, Fransız Arkeolog Albert Gabriel’in girişimiyle durdurulan sur yıkımının, Dağkapı’daki tepe şeklindeki enkazını da anımsıyorum. Burada izlediğimiz hafta sonu bayrak töreni ile unutulmaz  çocuk parkı hatıralarım ise hala en canlı şekilde devam etmektedir.


Hafta Sonu Bayrak Törenine

Çocuk Parkı’nın şehre bakan tarafında, askeri törenler için kullanılan alanda, her cumartesi öğle ve pazar akşamüstü, kolordudan gelen bir bölük askerin katıldığı bayrak töreni herkesin ilgi ile izlediği bir gösteriydi. Genellikle yaz aylarında mahalle çocukları grup halinde bayrak törenine gider, omuzlarında tüfekleri ile düzenli bir şekilde rap rap yürüyen, alanda yerlerini alan, bayrağı gönderden indiren, ertesi gün çeken ve törenden sonra aynı şekilde düzenli bir şekilde ayrılan koyu kahve renkli elbiseli askerleri çılgınca alkışlardık. Askerlerle yanında sert adımlarla yürümeye çalışır, gözden kayboluncaya kadar onları takip ederdik.


Emirgan Çay Bahçesi

‘Emirgan Çay Bahçesi’ veya bizim deyişimizle ‘Çocuk Parkı’, o dönemde sıradan insanlar için günlük hayatın vazgeçilmez bir parçasıydı. Halkın yararlandığı önemli dinlenme ve eğlence mekanıydı.

Hayatımızı süsleyen ve renklendiren Çocuk Parkı, şimdiki yeraltı çarşısının yerinde, Yenişehir Sineması ile Ordu Evi’nin karşısındaki çukur bölgedeydi. Geniş park alanında, bakımlı yemyeşil çimenler, yürüme yolları, öbek öbek, rengarenk çiçekler ve köşedeki giriş tarafında büyük bir havuz vardı. Yuvarlak havuzda ortadaki ve yanlardaki fıskiyeden yükselen su, sıcak havalarda ortama güzel bir serinlik salar, havuzun içindeki mavi, sarı, kırmızı renkli lambalardan çıkan ışıklar bizi büyülerdi.

Bahçeye dağılmış üzerleri örtülü kare masalar, çevrelerinde tahta sandalyeler, semaverle gelen çay, çıtlanan çekirdekler, sıcak sohbetler, sinema saatini bekleyen veya arkadaşı ile buluşmak için dolaşan gençler, çevrede koşan çocuklar ve gün boyunca sıcak havadan bunalan insanların mutlu yüzü, uyanmak istemediğiniz bir rüya gibi bizi sarardı.

Gece dışarı çıkmanın pek kolay olmadığı muhafazakar ailelerde bile, sıcak gecelerde büyükler ikna edilir, ailece veya komşularla beraber zevkle, güle oynaya parka gelinirdi.  Hemen iki masayı birleştirir, konuşur, çayımızı içer,  koşar, oynar, havada hafif bir esinti başlayınca ve çocukların gözleri mahmurlaşıp esneme belirtileri görülünce grup halinde eve dönerdik. Bazı geceler ise kardeşlerimiz ya da tanıdık arkadaşlarımızla sinemaya gitmek veya ders çalışmak (!) bahanesiyle parkta buluşur, gönlümüzce eğlenirdik.

Çocuk parkının hemen karşısındaki Subay ve Astsubay Orduevi bahçesini, arada yüksek duvar olmadığı için görmek ve izlemek mümkündü.  O dönemde sosyal yönden çok aktif olan Ordu Evlerinde yaz geceleri, çalınan müziği ve dans eden asker ailelerini merak ve gıpta ile izlerdik.


“Dokunmayın Çiçeklere, Yazık Olur Emeklere”

O alanı, bugün yukardan bakarak hayal ettiğimde; Dağkapı’nın hemen dışında ışıklar ve yeşillikler içinde halkın eğlendiği geniş bir park, yazlık sinemalardan yayılan film sesleri, insanların dans ederek eğlendiği bahçelerden yükselen müzik nağmeleri, geniş caddelerde dolaşan insanlar, pırıl pırıl yıldızların süslediği tertemiz bir gökyüzünün sardığı bir ortam ve en az 1600 yıldan beri bu şehri gözeten ve bütün görkemiyle ayakta duran, tarihe tanık surlar, gözümün önünde canlanır, uzun süre gitmez.

Çocuk Parkı’nda çiçeklerle dolu yeşilliğin üzerindeki “Dokunmayın Çiçeklere, Yazık Olur Emeklere” yazısı, hala belleğimde o günkü tazeliğini korur. Ancak zaman içinde şehrin tek merkezi parkı, yeşil alanı yerini bir yeraltı çarşısına bıraktı. O dönemleri yaşayan her kesimden insanın anıları da geçmişte kaldı.

Yani; “Dokundular Çiçeklere, Yazık Oldu Emeklere”…

SİGARA; TÜTÜN’DEN  SALEM’E

Çocukluk ve gençlik yıllarımızda, sigara, erkekler için keyif verici bir madde olduğu kadar gençler için de önemli bir statü gösterme belirtisiydi. Erkek dediğin sigara içmeliydi; hem de olabildiğince fazla... Zaten sigara içen erkeklerin hemen tümünün diş ve bıyıklarının (Bıyıksız erkek olmazdı ya) sararması, bu işteki kıdemlerini gösterirdi.

Erkek adam sigara içtiğine göre, erkek olmak isteyen gençlerin de en kısa zamanda sigara içmeye başlaması doğal bir beklentiydi. Gerçekten, ortaokul ve lise yıllarında, bunu kaçırmışsanız evden uzak üniversite veya askerlik yıllarında niyeti olana bu fırsat hazırdı. Evde babamın ömür sigara tüketmesine rağmen, sigara içme fırsatına açık kapı bırakmamamın yararını fazlasıyla gördüm.


Dönemin Sigaraları

O dönemlerde, tütün ve sigara tekeli devlete ait olduğu için bu alandaki bütün ürünler denetim altındaydı. Bilinen ticari ürünler; Tütün dışında, Asker, Doğu, Üçüncü, Kulüp, Harman, Maltepe, Bafra, Yenice, Gelincik,  Bahar (Hanım sigarası kabul edilirdi), Sipahi, Diplomat ve subaylar için Silahlı Kuvvetler gibi markalardı.

Bunların her birinin ayrı özelliği vardı. Tekel İdaresi’nin tütünü, sarımsı kaba kağıtlarda küçük paketler halinde satılırdı. İçindeki çöpler ayıklandıktan sonra, sigara kağıdına sarılır ve içime hazır hale getirilirdi.  Babam, kaçak tütünün yanı sıra bu tip sigara da içerdi. 10-12 sigara, metal ya da gümüş tabakaya konur, üstten basmalı ‘Muhtar çakmağı’ ile yakılırdı.

Tütün ekimi ve satışı Tekel dışında yasak olduğu için, sigara içmenin tek yolu resmi olarak satılan ürünlerden almak ya da  kaçak tütün temin etmekti. Bitlis veya Silvan’dan gelen, kehribar renkli tütün, içmeyenleri bile imrendirecek kadar cazip görünürdü. Genellikle Sipahi Pazarı veya Elbiseciler Çarşısı’ndan alınan kaçak tütün, evde önce kabaca gözden geçirilir,  çöpleri ayrılır, sonra küçük tütün kutusuna sıkıca bastırılarak yerleştirilirdi. Tütünün nemli kalması için kutunun içine küçük bir salatalık veya elma bırakılırdı. Gerektiğinde, piyasada kaçak satılan küçük paketler halindeki sigara kağıtlarına sarılarak içime hazır hale getirilirdi.


Sigara Sarma Sanatı

Sigara sarmak bir marifet isterdi. Sol elin işaret ve orta parmağı arasına oluk gibi yerleştirilen sigara kağıdına, uygun miktardaki tütün boylu boyunca yerleştirilirdi. Sonra sigara iki elin baş ve işaret parmakları ile rulo gibi ileri geri hareket ettirilerek içi tütün dolu silindir haline sokulurdu.  Daha sonra sigara kağıdının üst kenarı dil ucuyla dikkatlice, ne az ne çok ıslatılır, birkaç yerden hafifçe kopartılır ve alttaki kağıda yapıştırılırdı. En sonunda da sigaranın iki ucundan taşan tütünler dikkatlice ya içeri sokulur veya alınır, böylece tam bir sigara ortaya çıkarılırdı. Genellikle sarma sigaranın bir tarafı daha dar, diğeri daha geniş olurdu. Dar tarafı ağza alınır ya da çoğunlukla kullanılan ağızlığa kolaylıkla yerleştirilirdi. Geniş tarafında, kağıt içeri doğru kıvrılarak tütünün dökülmesi önlenirdi. Bazı evlerin yaşlı, yani kıdemli hanımları da, erkeklerle beraber çok güzel sigara sarar, hatta içerdi.

Sigaralar içinde Asker, Doğu ve Üçüncü ucuz ve kalitesiz sigaralardı. Harman, Kulüp ve Maltepe sigarası daha kaliteli ve sertti. Yani tam erkek sigarasıydı. Yenice ve üzerinde bir gelincik resmi bulunan Gelincik sigaraları yassı kutularda satılırdı. En hafif sigara olan Bahar sigarası hanım sigarası olarak bilinirdi. Sipahi ve Diplomat ise pahalı sigaralardı.

Üçüncü sigarası ile ilgili bir anım, geçen uzun yıllara rağmen belleğimdeki kazınmış yerinde hala tazeliğini korur. Bir bayram sabahı arkadaşlarla, Ulu Cami arkasındaki Sıhhat Eczanesi bitişiğindeki açık bakkal dükkanından ortaklaşa aldığımız üçüncü sigarasını yakacak kibritimiz olmadığı için, yoldan geçenlerden ateş istemeye karar vermiş, birkaç başarısız denemeden sonra yaşlı bir erkekten gerekli cevabı almıştık.  Elimizde tuttuğumuz sigarayı göstererek “Amca amca ateş var mı ?” dediğimiz de küçücük boylarımıza bakan adamın “Ulan oğlum, bu yaşta bok karıştıranın çubuğu da yanında olur” demesini o yaşlarda ne kadar anladık bilemiyorum, ama aradan geçen 50 yılı aşkın zamana rağmen o cevabı  hala unutamadım.


Sigara Kapağı Deyip Geçmeyin

Sigara kutusu kapaklarının, sokaktaki oyunlarımız için “Mal” yani “Sermaye” sayılması nedeniyle bizim için ayrı bir önemi vardı. Bu oyunda önce, değerlerine göre 5 lik,10 luk, 50 lik ( Sipahi ve Diplomat en değerli olanlardı) olarak kabul edilen kutu kapakları, çizilen çemberin ortasına üst üste konurdu. Sonra uzaktaki çizgiye atılan yassı taş veya ayakkabı taban lastiklerinin ( bunlara leppik denirdi)  çizgiye yakınlığa göre sıra tespit edilir, ardından sıra ile çizgiden atılan taşlarla malların çember dışına çıkarılmasına çalışılırdı. En çok kutu kapağını dışarı çıkaran oyunun galibi sayılırdı.

Yaz mevsiminde günün erken saatlerinde Gazi Caddesi üzerindeki kahvehaneler ve Park Otel gibi otellerin çöplüklerinde atılmış sigara kutuları ve gazoz kapakları, bedava sermaye gibi sevinç içinde aceleyle toplanırdı. Sigara kutusu kapakları günümüzün hisse senetleri veya kıymetli evrakları gibi desteyle taşınır ve evin gizli ve emin bir yerinde saklanırdı.


Selam Sana Salem !

60’lı yılların başında bir yaz günü, çarşıya “ Filtreli ve kokulu sigara gelmiş” söylentisi çıktı. Filtreli ve kokulu…Filtreli sigara daha önce duyulmuş hatta  yabancı filmlerde  görülmüştü,  ancak yine de merak ediliyordu. Kokulu sigara ise tam muammaydı, sigara dediğin sigara gibi kokardı. Merak uzun sürmedi, “SALEM”  sigarası, eski Belediye binasının yakınlarındaki bir dükkanda satışa sunuldu. Satış yerinin önünde, sigara içen, içmeyen, sigarayı seven, sevmeyen ama merak eden herkes kuyruğa girdi. Mentollu kokusu ve filtresiyle “Salem” şehrin sosyal hayatında kısa da olsa bir değişiklik yapmıştı. Ancak bir süre sonra mentol kokusu bizim tiryakileri kesmedi, böyle sigara olsa olsa “Kari cigarası” olur denerek terk edildi.


Sigaraya Selam ve Veda !

Sigara deyince benim için, Bafra sigarasının ayrı bir anısı vardır. Bu sigaranın tiryakileri için İstanbul Bafra’sı farklıydı. Özel olarak sipariş edilir, hatta bir miktar yedekte bekletilirdi. Benim kısa süren sigara maceram, İstanbul Bafra’sı ile başlamış ve bitmişti. Tıp Fakültesi’nden mezun olduğum gün, 30 Mayıs 1970, artık büyüdüğüme ve devamlı sigara içmem gerektiğine karar vermiştim. Çapa Tıp Fakültesi önündeki büfeden, hayatımda parayla satın aldığım ilk ve son sigarayı ve kibrit kutusunu büyük bir gururla gömlek cebime koymuş, ilk sigaramı da hemen yakmıştım. Birkaç gün sonra bindiğim Diyarbakır otobüsünde, diğer yolcular gibi otobüse biner binmez ardı ardına yaktığım iki sigaradan sonra, yanan dilim, gıcıklanan boğazım, tutmaya çalıştığım öksürüğüm, zaten benimsemediğim özenti olarak başladığım bu işin bana göre olmadığını kısa yoldan söylüyordu. İstanbul Bafra’sını bir meraklısına hediye ederek sigara sevdamı sonlandırdım.
                                                      

EV EKMEĞİ,  ÇARŞI  EKMEĞİ  YA DA   MAHALLE FIRINI, ÇARŞI  FIRINI                                                 

O dönem, ailelerin çoğunda ekmek hamuru evde hazırlanır, pişirilmek üzere mahalle fırınlarına gönderilirdi. Böylelikle, kalabalık ailelerin ekmek ihtiyacı, olabildiğince kolay ve ucuz karşılanırdı. Büyük olasılıkla bunun temelinde, bizden önceki kuşağın yaşadığı yoksulluk, savaş ve kıtlığın etkisi vardı. Evde ekmek pişirmeye benzer şekilde, her sonbaharda kışlık zahirenin, buğdayın, pirincin, bulgurun, yağın, etin, yumurtanın, patlıcan, bamya, fasulye gibi kurutulmuş sebzelerin, domates salçası ve nişastanın hazırlanmasın temelinde de buna yakın gerekçeler yatıyor olmalıydı.

Gerekçe ne olursa olsun, her sonbaharda yapılan bu hazırlıklar, başta evin hanımı olmak üzere, herkesi etkileyen, belirli roller yükleyen tartışılmaz birer törenler dizisiydi.


Evde Ekmek İçin Önce Buğday Gerekli

Ekmek ihtiyacını karşılamak için ev halkının sayısına göre önce buğday almak gerekirdi. Bunun için buğday hasadından sonra ‘Buğday Pazarı’na gidilir, genellikle tanıdık bir ‘Allaf’ tan evin ihtiyacına göre çuvalla buğday alınırdı. Çuval sayısı ailenin üye sayısına göre değişirdi. Örnek olarak küçük bir aile için birkaç çuval buğday yeterli iken kalabalık ailelerde bu sayı onu geçebilirdi.

Katırların sırtında eve getirilen buğdaylar, önce avlunun bir köşesine bırakılır, sonra uygun bir zamanda, içindeki taş ve yabancı cisimlerin ayıklanması için kısım kısım tepsilere dökülür ve ev halkı tarafından dikkatle ayıklanırdı. Bu işlem, tam bir imece gerektirirdi. Avluda yerlere önce geniş örtüler serilir, ortaya küçük kürsüler konur, onların üzerine de geniş bakır siniler yerleştirilirdi. Sininin çevresine oturan aile üyeleri, yaşlılar, gençler veya bu işi yapabilecek büyükçe çocuklar, bir yandan konuşarak bir yandan önlerine çektikleri buğdayları ayıklayarak işlerini bitirmeye çalışırdı.

Ayıklanan buğday tekrar çuvallara konur, değirmene gidecek şekilde hazırlanırdı. Değirmenciye haber verme işi bizim evde bana aitti. Behram Paşa Mahallesi’ndeki değirmencinin evine gider, önce babamın selamını söyler, evimizin adresini bir daha tekrarlar kaç çuval buğday olduğunu belirtir gelirdim. Genellikle ertesi gün kapının önüne katırıyla gelen değirmencinin yardımcısı, buğday çuvallarını ustalıkla katıra yükler götürür, birkaç gün sonra da, aynı kişi buğdayları un olarak geri getirirdi.


Ev Ekmeği Meğer Diyet Ekmeği İmiş

Bundan sonra ev kadınının bitmeyen işlerine bir yenisi eklenirdi. Önce avluda yere yine bir örtü serilir, ortasına büyük bir leğen yerleştirilirdi. Buğday çuvalından alınan esmer renkli un elekten geçirilerek kepeği ayrılır ve beyazlatılırdı. Zavallı kadınların üstleri, başları ve çevre un içinde kalırdı.

Toplanan kepek bir araya konur, daha sonra sokaklardan geçen ve  “Kepek Alaaan, Kepek Alaaan…” diye bağıran kepek alıcılarına satılırdı.  Bu alıcılar, kilo hesabı aldıkları kepeğe karşılık basit plastik kaplar verirdi. Alınan kepekler henüz insanların kabızlık sorunu olmadığı için sadece hayvan yemi olarak kullanılırdı. Plastik kaplar ise hayatları boyunca bakır kaplarla uğraşmış kadınlara pek çok kolaylık sağlayan bir icat gibi gelirdi. Hatta giderek, bakır kap  plastik kap takası sonucu evlerde bakır kaplar süratle azaldı ve sonuçta günümüzdeki gibi antika haline geldi.

Elenen ve kabaca beyazlatılan un, kilerdeki tahtadan yapılmış içi parlak kağıtla kaplı un sandığına veya un küpüne konurdu. Daha sonra sıra ekmek yapmaya geldiğinde her seferinde yeteri kadar un, taslarla hamur leğenine, diğer deyişle hamur ‘teşt’ine alınırdı.

Kepeğin ayrılmasına rağmen un hala esmerce idi, bu nedenle bu undan yapılan ekmeğe, “Ev Ekmeği” denirdi. Rengi pek beyaz değildi ancak inanılmaz derecede lezzetliydi, üstelik geç bayatlardı. Yani günümüzde sağlıklı yaşam ve barsak sorunları için tercih edilen kepekli ekmek, o günlerin günlük gıdasıydı.


Hamur Hazır, Sıra Fırında

Evimizde birkaç günde bir ekmek hamuru yapılırdı. Annem, yeteri kadar unu, leğende suyla karıştırır, tuzunu katar ve hamur haline gelene kadar yoğururdu. Daha sonra bir önceki hamurdan ayırdığı bir parçayı maya olarak buna katar, hamurun ekşimesi için genellikle sıcak bir yere koyar, üzerine de kalınca bir şeyler örterdi. Birkaç saat sonra hamur kabarmaya başlayınca fırına gitme vaktinin geldiği anlaşılırdı. Kabaran hamurun yüzeyi insan cildi gibi gergin görülürdü. Parmakla basıldığında hamurun kabardığı ve içinde mayanın yol açtığı kabarcıkların oluştuğu gözlenirdi.

Kıvamına gelmiş hamurun zamanında fırına götürülmesi ve pişirilmesi gerekirdi. Geç kalındığında, hamur ekşimeye başlar, giderek kabarır en sonunda leğenden taşardı. Hamurun ekşidiği kokusundan da anlaşılırdı. Fırına götürülemediğinden ekşiyen hamur için evin hanımı bir yandan söylenir, çocuklara kızar, biryandan da hamuru tekrar yoğururdu.

Hamur leğenini fırına götürmek bizlere ilkin zevkli, ancak daha sonraları ise sıkıcı ve zoraki bir görev olarak gelirdi. Hamur leğenini ya başımızda ya da biraz daha büyüyünce elimizle, yanımızda leğen kemiğimize dayayarak taşırdık. Kalabalık evlerde bu görevi, çalışan işçi kadın ya da genç kız veya erkek çocuk yapardı.


Süleyman Emi ve Sivas Bakırı

Mahalle fırınına getirilen leğenler geliş sırasına göre ortadaki geniş tahta tezgahın üzerine sıra sıra dizilirdi. Odun ateşiyle ısınan fırının ağzında genellikle iki kişi çalışırdı. Genç kalfa, sırası gelen leğeni önüne çeker, hamuru elindeki keskin uçlu spatulaya benzer metal bir aletle unladığı tezgaha parça parça alır, sonunda elindeki metalle leğeni iyice temizlerdi. Bu yüzden, zamanla leğenin kalayı azalır veya yer yer alttaki bakır görülürdü. Bizim devamlı gittiğimiz Palu Cami’sinin yanındaki fırının ustası, beyaz sakallı, güler yüzlü Süleyman Emi, her seferinde leğeni göstererek “Bu Sivas’ın bakırıdır ha !” diyerek bu konudaki bilgisini ve takdirini ortaya koyardı. Kalfa, hünerli parmaklarıyla hamuru açar geniş pide emeği haline getirir, tırnaklama dedikleri bir işlemle yukardan aşağı doğru nakış atar, sonunda ekmeğin baş tarafını parmaklarıyla plastik bir burun gibi öne doğru uzatır daha sonra yanındaki ustasının önüne atardı.

Deneyimli usta, ekmekleri fırına atma, kontrol etme ve çıkarma işinden sorumluydu. Hazırlanmış hamuru ustaca hareketlerle ekmek küreğinin üstüne yayar, fırının en uygun yerine yerleştirirdi. Bir süre sonra ekmeğin her tarafının iyi pişmesi için yine ustaca manevralarla ekmeği sağa sola çevirir, en sonunda da diğer fırın küreği ile mis gibi kokan, buharı tüten ekmeği çıkarır, tezgahın boş tarafına fırlatırdı. Hiç kimsenin ekmeği bir diğeri ile karışmazdı. Ekmeğin sahibi bunları leğenine yerleştirir, ekmek sayısına göre parasını verir, evinin yolunu tutardı.


Ekmeğin Paşası, Paşa Lavaşı !

Mahalle fırınında ramazan ve özellikle bayrama yakın günler özel günlerdi. Ramazanda sahur için ‘Paşa Lavaşı’ denen, beyaz undan, sadeyağın katıldığı yağlı ekmek yapılırdı. Hamur, fırında ekmek haline getirilirken fırıncı elinin dışı ile çaprazlama izler yapar böylece ekmek, baklava dilimi şeklinde dilimlere ayrılırdı. Fırına atılmadan önce evden getirdiğimiz yumurta çırpılarak ekmeğin üzerine sürülür, son işlem olarak da üzerine kara çörek otu serpilirdi. Fırından çıkan, üzerinde buğunun tüttüğü, parıldayan ve inanılmaz lezzetteki bu ekmeğin tadını anlatmak mümkün değildi. Ekmeğin paşalığı; beyazlığından mı, yağından mı, üzerine sürülen parlak sarı yumurtadan mı, üzerindeki baklava şeklindeki süslerden mi, yoksa paşalara layık tadından mı gelirdi bilmiyorum ama  ‘Paşa Lavaşı’ bizlerin de yiyebildiği, beylere, paşalara layık bir ekmekti.

Ramazan ve bayramın bir diğer özelliği de, birçok evde çörek yapılmasıydı. Tarçın, mayana, yenibahar ve kara çörek otu kullanılarak hazırlanan çörek hamuru ile yapılan küçük çörekler, fırında pişirildikten sonra kahvaltıda, sahurda veya öğün aralarında keyifle yenirdi.


Olmayana Gıpta: Çarşı Ekmeği

Ama bizim aklımız fikrimiz fırınlarda satılan beyaz renkli Çarşı Ekmeği’ ndeydi. Çarşı ekmeği fabrika unundan yapılır ve hazır satılırdı. O sıralar un çoğunlukla Konya’dan gelirdi. Çarşı ekmeği ev ekmeğine göre pahalı olduğu için kalabalık aileler veya tutumlu aileler ev ekmeğini tercih ederdi. Diyarbakır’ın yerlisi, çoğunlukla ev ekmeği kullanırdı. Bazı ailelerle memur, subay vb. yabancılar, çarşı ekmeği alırdı. Zamanla ailelerin küçülmesi, kadınların ekmek yapma işinden sıkılması gibi nedenlerle ev ekmeği yapımı giderek azaldı.

Ev ekmeği ya da çarşı ekmeği kullanan evin çocukları, zaman zaman ekmek değiş tokuşu yapardı. Fırından alınmış, yuvarlak ya da nerdeyse bir metreye yakın boyu ve mis gibi kokusuyla imrenerek baktığımız ekmeğin özellikle kenarını veya sivriltilmiş uç kısmını zevkle koparır, en güzel pasta gibi hemencecik yerdik. Buna karşılık biz de mahalle fırınından yeni çıkmış, üzerinden buğusu tüten ev ekmeğinden bir kısmını isteyerek onlara verirdik. Onlar da ev ekmeğini büyük bir iştah ve zevkle tüketirdi.

Bizim evde uzun yıllar ev ekmeği yapıldı. Sadece, evde ekmek kalmadığı zamanlar veya aniden bir misafir geldiği zaman çarşı ekmeği alınırdı. 1960’ların ortasında, evde kişi sayısının azalması, hamuru fırına götürmede yaşanan isteksizliğin artması gibi nedenlerle bu iş bitti, ev ekmeği devri kapanarak çarşı ekmeği devri başladı. 

Günümüzde diyet ekmeği olarak satılan köy ekmeği veya kepekli ekmeği gördükçe, evde yapılan ekmeğimizi anımsarım. Burnumun bir yerleri sızlar, gözlerim dolar, yüzümde engel olamadığım bir gülümseme dolaşır durur.


Biri Tatlı Diğeri Acı İki Fırın Hatırası

Fırına hamur götürme ile ilgili biri tatlı, diğeri acı iki anımı istesem de unutamam.  Sokakların kar ve buzla kaplı olduğu bir öğlen vakti, bir ortaokul öğrencisi olarak artık başımda değil yanımda taşıdığım hamur leğeni ile bastığım yere dikkat ederek yürürken, birden elimden fırlayan leğen, havalanan ayaklarım, yere çarpan sırtım ve yukarıdaki mavi gökyüzünün ne anlama geldiğini anlamam çok sürmedi. Ama bunun nedeni olarak, düşmeden az önce içimden geçen; ‘Yav ben ne kadar dikkatliyim, ne güzel yürüyorum’ sözlerini, sopası olmayan Allah’ın duyup duymadığını hep merak etmişimdir.

Yine sıcak bir yaz günü, içi sıcak ekmekle dolu leğenle eve dönerken ara sokaklardan birinde önümü kesen, bela arayan bir grup benim akranım çocuğun, öyle belalı çocuklar vardı,  ekmek istemek bahanesiyle çıkardıkları kavgada yediğim dayağı istesem de unutamam. Yara bere içinde ve parçalanmış ekmeklerle eve vardığımda, annemin o çocuklara ettiği bedduaların yerine ulaşıp ulaşmadığını hep merak ettim ama hiç öğrenemedim.


Eşhedin Getir!

Fırın yolunun benim için unutulmaz bir anısını da, müslümanlığımı ispat ederek dayak yemekten kurtulduğum bir yaz günü yaşamıştım. Yolumu kesen bir grup belalı çocukla aramızda geçen diyaloğu hala anımsarım:

“Ula sen gavursan ?”

“Ne gavuru ?”

“Ya bu nedir ?”

  ……”

“Bu” dedikleri, annemin, benim ısrarımla gömleğimin cebine çapraz şekilde diktiği, büyük olasılıkla haç şekline benzettikleri Galatasaray’ın renkleri, sarı kırmızı iki küçük kurdela parçası. Şaşkınlık ve korku ile cevap verdiğimi hatırlıyorum:

“Ne gavuru ula! Valla ben müslümanam! Bu da Galatasaray’dır!”

Çocuklar yapmacık hareketlerle kurdelalara bakıyorlar ama belli ki, niyetleri olay çıkarmak. İçimden inşallah Fenerbahçeli değillerdir diyorum. Sonunda nisbeten ikna olanı, belki de Galatasaray’lı olanı, insafa geliyor:

“O zaman eşhedin getir!”

Rahatladığımı anımsıyorum. Bütün gücümle süratle şahadet getiriyorum:

“Eşhedü en la ilahe illallah, ….”,

Allah’ın hakkı olan üç defa tekrardan sonra ikna olanı, bence Galatasaray’lı olanı, esirini azat eden eden komutan gibi:

“Hade get !” deyince süratle ve sevinçle  oradan uzaklaşmıştım.

Günümüzde, dinsel fanatizmin acı örneklerini gördükçe bu anım tazelenir, bu tehlikeyi uyandıran ve büyüten davranışlar bana korku ve endişe verir.
                  


YAZ MEVSİMİNİN  EN GÜZEL DEĞİŞİKLİĞİ: ÇERMİK… DİYARBAKIR’IN YALOVASI !

50’ li yılların sonu, 60’lı yılların başında yaz aylarının biz çocuklar için en güzel değişikliği şüphesiz Çermik kaplıcalarına gitmekti. Dağkapı bucunun hemen dışındaki Çermik otobüsleri durağında, denk haline getirilmiş eşyalarımızı heyecan ve telaş içinde, burunlu otobüslerin üstündeki bağaja yerleştirdikten ve sıkıca bağlattıktan sonra otobüsteki koltuğumuza yerleşir, merak ve heyacanla yolculuğa çıkardık.

Ergani yolundan sola saptıktan bir süre sonra havada hissedilen keskin kükürt kokusu, görünmez bir tabela gibi Çermik’e yaklaştığınızı gösterirdi. Son olarak anımsadığım dar ve küçük bir köprüden geçtikten sonra Çermik görünürdü.


Hamamönü mü, Cavşakbaşı mı ?

Çermik iki bölümden oluşuyordu. Hamamönü ve Cavşakbaşı.  Büyük ve küçük hamamın olduğu yer kaplıcanın asıl merkezini oluşturan, Hamamönü idi. Kubbeli hamamların çevresinde bir ya da iki katlı oteller ve birkaç bakkal dükkanı bulunuyordu.

Cavşakbaşı; hamamlardan yaklaşık 15-20 dakikalık yürüme mesafesinde, birbirine yakın birkaç otelden oluşuyordu. Otellerin hemen arkasından yaklaşık 1-1.5 metre genişliğinde bir dere akıyor, onun ötesinde ise sık ağaçlarla kaplı yeşillikler ve aşağıdaki vadi devam edip gidiyordu.

Bütün bölgede ama özellikle hamam çevresi ve içinde inanılmaz bir kükürt kokusu vardı. Hamamın ilk bölümdeki geniş soyunma salonunda, duvar diplerini dolanan sedirlerde soyunulur, elbiseler çivilere asılır, (o zamanlar mayo yok), sonra da genellikle peştamal ile asıl havuz kısmına geçilirdi. Hamama girer girmez kükürt kokusunun yanı sıra inanılmaz sıcak havayı ve ayaklarımızın altında havuzdan taşan kaynar suyu hissederdik. İlkin dayanılmaz gibi gelen bu sıcaklığa, çok geçmeden alışılır, hatta hoşa giderdi. Kurna başında sıcak sular, dizlerden başlayarak  dökülür, vücut alıştırılır, sonra havuza girilirdi. Havuza önce ayaklar, sonra gövde ve nihayet bütün vücut sırasıyla sokulurdu. Özellikle su seviyesi boyun hizasına geldiği zaman bir boğulma ve tıkanma hissi olur, buna da alıştıktan sonra bedeni bir rahatlama ve huzur sarardı. Daha sonra ise  rahatlıkla yüzebilirdik.


Oteller Meksika Hanları Gibi

Cavşakbaşı, dinlenmek ve doğayla baş başa kalmak için çok daha uygundu. Tek katlı, geniş giriş kapılı, ortadaki koridora açılan ve her birinde bir ailenin kaldığı odalardan oluşan toprak damlı oteller, nedense bana, şimdilerde gördüğüm eski Meksika filmlerindeki hanları anımsatıyor. Odalarda, demir parmaklıkların yer aldığı karşı cephede, yine topraktan bir divan, oturma, yemek yeme ve gece uyuma olanağı sağlıyordu.

Sabahları kasaptan et, bakkaldan veya çevre bahçelerden taze sebze ve meyve, özellikle uzun taneli keçi memesi denen üzüm alınır, ardından odada yemek pişirilir, toplu halde yerde yenirdi. Aile bireylerinin gece yerde sereserpe yattığı, sabah erkenden geç saatlere kadar çocukların dışarıda, dere kenarında veya arkadaki vadide vakit geçirdiği, arada bir hamama gittiği günler çabuk geçer, dönüş günü eşyalar toplanır, otobüsle tekrar Diyarbakır’ın yolu tutulurdu. Bazı yıllar değişik yörelerden birçok kişinin bir araya gelmesi ve sağlıkla ilgili alt yapı sorunları nedeniyle ishal ve özellikle konjoktivit (göz iltihabı) gibi bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkardı.

Çermik kaplıcaları, erişkin ve yaşlılar için bir tedavi merkezi ise de,  bizim için de aslında bir tatil yöresiydi. Kısacası, Çermik, Diyarbakır’ın Yalova’sı idi.