30 Haziran 2013 Pazar


SİNEMA, TİYATRO VE OPERA

 

Üniversite yıllarında öğrenci yurdunda kalmanın önemli kazanımlarından biri de, meraklı ve becerikli birilerinin öncülüğünde gidilecek tiyatro, opera, müze vb. görsel kültürel organizasyonlarla tanışmaktı. Böylelikle özel bir zahmete girmeden hazır biletle güncel eserleri izlemek ya da müzeleri görmek mümkün oluyordu.

 
Sıklıkla yararlandığımız sosyal etkinlik, doğal olarak sinemaydı. Gerek Beyoğlu, gerek Çemberlitaş yöresinde gerçekten büyük ve etkileyici sinemalar vardı. Her ne kadar Diyarbakır’da Dilan sineması gibi bir büyük sinemayı görmüş ve bununla öğünüyor olsak da İstanbul’daki sinemaların ayrı bir havası vardı. Tek kat ama oldukçe büyük salonlardan etkilenmemek mümkün değildi. Bu sinemalarda genellikle ciddi bir filmin ardından avantür ya da komedi türünde bir film vizyona giriyor, her seansta tek film gösteriliyordu.

 
Vezneciler tarafında ise ayrı bir eğlence dünyası vardı. Çoğunlukla çevre semtlerden orta sınıfın katıldığı akşam seansında (suare) filmden önce akrobasi grupları kısa gösteriler yapıyordu. Çoluk çocuk ailece gelinen bu gösteriler de eğlenceli oluyordu. Bu gösterilerden birinde daha sonra Erovizyon Şarkı Yarışması’na katılacak olan Semiha Yankı’nın ailesiyle yer aldığını anımsıyorum.

 
Tiyatroya gelince; o güne kadar tiyatro olarak sadece Diyarbakır’da amatör sanatçıların sahneye koyduğu “Godot’u Beklerken” ve “Buzlar Çözülmeden” oyununu küçük bir sinema salonunda izlemiştim. Ziya Gökalp Lisesi spor salonunda yan yana getirilmiş masalardan oluşan sahne ile duvara çakılan çivilere asılı perdeden oluşan salonda ise, öğrencilerin temsillerini alkışlamış, hatta ortaokul ikinci sınıfta “Bize Bir Pantolon Lazım” isimli oyunda rol bile almıştım. 

 
Diyarbakır’a nadiren gelen gezici tiyatrolara bizim öğrenci olarak gitme şansımız hemen hemen olmadığı için o dünyadan habersizdik. Ancak radyodaki tiyatro ve skeç programını çok seviyor, dinliyor, sahneleri hayal ediyor ve önemli sanatçıları da tabii seslerinden tanıyorduk. Opera ve bale ise bizim hiç anlamadığımız, bilmediğimiz snki bir öte dünya eğlencesiydi.  Sadece gazetelerden gördüğümüz Maria Callas ve Leyla Gencer’in adını biliyorduk

 

 
İstanbul’da Tepebaşı’ndaki Şehir Tiyatrosu’nda 1965 yılında izlediğim Reşat Nuri Güntekin’in  “Hülleci” oyunu, hayatımda gördüğüm ilk profesyonel tiyatro eseriydi. Tiyatro binasına büyük bir heyecan, merak ve biraz da çevredekileri rahatsız etmeme duygusuyla girdiğimi anımsıyorum. Salonun sağındaki balkondan dikkatlice izlediğim sahne, alt salon, balkonlar ve tiyatronun yüksek tavanı beni fazlasıyla etkilemişti. Yaşadığım heyecan ve sevinç duygusu, ışıklar sönüp perde açıldığında büyük bir hayranlığa dönüşmüştü. Sahnede gördüklerim; karanlık salondan ayrı bir dünyaya açılan bir pencere gibiydi. Bunun bir tiyatro sahnesi, salondakilerin de seyirci olduğunu gösteren tek şey, sahneden yansıyan ışıkla sıraların ve izleyen insanların zor da olsa seçilmesiydi.

 

Sarı ışığın hakim olduğu sahne, bana bütün canlı renklerin kullanıldığı bir tablo gibi gelmişti. Arkadaki manzara, derinlik hissi veren sahne zenginliği ve özellikle renkli ve ilginç kıyafetler beni inanılmaz derecede etkilemişti. Oyunu büyük bir mutluluk ve hayranlıkla seyrettiğimi, konuyu takipten ve olan bitenden çok, sahnedeki gösteriye dikkat ettiğimi hatırlıyorum. Tiyatrodan çıkarken omuzlarım ve başım daha bir dik, yüzüm daha bir mutluydu. Ne de olsa tiyatroya gitmiştim, hem de İstanbul’da…

 

Gittiğimiz ilk opera, yine Tepebaşı’ndaki Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen, opera buffa- komik opera türünden, “Don Pasquale” idi. Sahne ve sanatçılar yine çok renkli ve etkileyiciydi. Konuşmalardan fazla bir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Böylelikle opera kültürünü ve tiyatro opera farkını görerek ve yaşayarak öğreniyorduk

 

Kanıma göre tiyatronun altın çağı sayılan o yıllar; Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan ( Azak ),  Yıldız ve Müşfik Kenter (Kenterler),  Gülriz Sururi-Engin Cezzar, Haldun Dormen, Lale Oraloğlu (Oraloğlu)  ve diğer tiyatrolara defalarca gitme şansım oldu.

 

Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosunda, 1964 yılı kışında, Haldun Taner’in Türk tiyatro tarihinde bir fenomen olan “Keşanlı Ali Destanı”nı zevkle izlemiştik. Yine aynı tiyatroda, Haldun Taner’in “Zilli Zarife” oyununda rol alan kadın sanatçının, eliyle koluyla yaptığı “Hop hop hop” hareketinden çok etkilenmiş, şubat tatilinde gittiğim Diyarbakır’da ev halkına oyunu defalarca anlatmış “Hop hop hop”u onlara da öğretmiştim.

 

Öte yandan, o yılların beğenilen oyunu Pepsi’ de Mücap Ofluoğlu’nu hayranlıkla seyretmiş, Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda duygu yüklü “Pollyanna”dan çok etkilenmiştik.

 

 
1969 yılında açılışı yapılan Atatürk Kültür Merkezi (AKM), ülkemizde operayı küçük salonlardan büyük ve çağdaş gösteri merkezlerine taşımanın simgesi gibiydi. “Damdaki Kemancı” ilk oyun olarak büyük bir ilgi ile karşılanmış ve halkın ATM ile tanışmasına neden olmuştu.

 

1970 yılı başında yine grup halinde gittiğimiz AKM de, salonun büyüklüğünü, tavanın yüksekliğini, sahnenin genişliğini ve derinliğini gözlerken 1964’te Tepebaşı’ndaki eski tiyatro binasını anımsamış, bu değişimden mutluluk duymuştum.

 

AKM’nin geniş ve derin sahnesinde, arkadaki dekoru, sahne zenginliğini, onlarca sanatçının büyük bir ustalıkla sergilediği oyunu çok beğenmiş, “Sütçü Tevye” rolündeki Cüneyt Gökçer’i dakikalarca alkışlamış, “Ah bir zengin olsam...” sözlerini yıllarca dilimizden düşürmemiştik.

 

1964 ile 1970 yılları arasındaki tıp öğrenimim süresince, kültür ve sanat olaylarının her birinden ayrı bir zevk almış, ayrı bir heyecan duymuş, ayrı bir deneyim kazanmıştık. Ancak bizim gibi İstanbul’da artık eski İstanbul değildi. Evet, başka İstanbul yoktu ama İstanbul da değişiyordu, değişmek zorundaydı…

 

 

 

 
BİR GÜNLÜK DENİZ SEZONU

 

İstanbul’da deniz sezonunun, daha doğrusu biz öğrenciler için plaj sezonunun, Mayıs Haziran aylarında açılmasına rağmen yıl sonu sınavları nedeniyle denize erken gitme şansımız yoktu. Haziran sonu ya da Temmuz başında melekete dönmemiz gerektiği için de denize gitmek için ancak birkaç gün kalıyor demekti.

 
İstanbul’da okuyup ta denize girmemek, iyice yanmamak,  memlekette bunun havasını atmamak mümkün olmadığı için,  dahiyane (!) bir yöntem bulmamız gerekiyordu.

 
Uzmanların önerdiği gibi ilk gün 15 dakikalık güneşlenme ile başlayacaksın, giderek artan sürelerle güneşleneceksin, temiz plajları tercih edeceksin vs… Bunlara hiç gerek yoktu. Bizim yaptığımız yöntem mükemmeldi. Yaşasın tek günlük deniz mevsimi!

 

 

 
Sınavlar bittikten sonra uygun bir gün, sabah erken saatlerde mayolar alınarak  Ataköy ya da Florya otobüslerine binilir, halk plajına gidilir, ortak bir soyunma kabini tutulurdu. Sonra yapılacak belliydi. Birer koka kola ve sandviç alıp Allahın güneşi altında oturur, kızgın kumda uzanır, sohbet eder, arada bir denize girer, bu arada çaktırmadan kızları dikizlerdik. Akşama doğru tekrar otobüse binip yurda ya da eve dönerdik. 

 
Bu bir günlük plaj keyfinin faturası aynada pancar gibi kızarmış burun ve kulaklarla süslü  surat, istakoz gibi yanmış vücud olarak karşımıza çıkardı. Ense ve sırt yanığı nedeniyle değil uyumak, sırtımızı biryerlere dayamak bile mümkün olmazdı. Geceleri yoğurt ya da diş macunu sürerek tedavi etmeye çalıştığımız yanıklarımızın özel yağlar ya da spreylerle tanışmasına daha çok yıllar vardı. O halle trene biner binbir eziyetle Diyarbakır’a dönerdik. Evde bir günlük plaj keyfini ballandıra ballandıra anlatır, ilk yanığın ardından soyulan omuz ve sırtımıza gururla gösterirdik. Doğrusu çok akıllıydık…

 

 

 

 
ALİ MUHİTTİN HACI BEKİR

 

Her öğrenim yılı sonunda Diyarbakır’a dönerken ailemize ve yakınlarımıza götürdüğümüz en pratik aynı zamanda değerli hediye,  Ali Muhittin Hacı Bekir şekerleriydi. O dönemin en bilinen şekercisi olan Hacı Bekir’in orta ve büyük boy karton kutulardaki lokum ya da karışık şekeri çok meşhurdu. Kutunun kapağındaki yuvarlak firma armasında 1777 de kurulan firmanın kurucusu Hacı Bekir ve torunu Ali Muhittin’in isimleri, alınan madalyaların resimleri ve yabancı dillerde tanıtım yazıları yer alıyordu.

 

 

 

 
BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR’I DİNLERKEN

 

Öğrencilik günlerimin unutulmaz bir anısı da 1968 yılında, hafta sonu halk oyunları çalışmalarının yapıldığı Pertevniyal Lisesinde gördüğüm ve dinlediğim Behçet Kemal Çağlar’la ilgili. Bir kurumun üniversite öğrencileri için organize ettiği halk oyunları kursunun açılış törenine gelen ünlü şairi hayranlıkla dinlemiş, çağlayarak akan su gibi okuduğu şiiri coşkuyla alkışlamıştık. O kursta öğrendiğim birçok halk oyunu figürünü, özellikle Silifkenin Yoğurdu’nu hala ustalıkla yapabilirim.

 

 

 

 
TARİHE TANIKLIK: ALİ SAMİ YEN STADININ AÇILIŞI

 

1964 yılının Kasım ayının  11inde Ali Sami Yen Stadının açılışı nedeniyle oynanacak Türkiye Bulgaristan Milli Maçı, ogünün en güncel olayıydı. Bizim gibi hasta Galatasaraylılar için ise en az bunun kadar önemli olan Metin Oktay’ı ilk defa,  sporu bırakma arafesinde olduğu için muhtemelen son defa, izlemek  şansımızın olmasıydı.

 

Mecidiyeköy’deki stada Osmanbey’den yürüyerek vardığımızda stat hemen hemen dolmuştu. Ancak Şişli tarafında, kapasitesi daha az olan açık tribünde yer bulmamız belki de bizi kısa bir süre sonra meydana gelecek bir felaketten korumuş olacaktı. Maçın başlamasına az bir süre kala karşımızdaki açık tribünün üst katındaki seyirci kalabalığında önce bir dalgalanma ardından binlerce insanın gözleri önünde bir facia yaşandı. İnsanlar patır patır üst kattan bir aşağı kata düşüyordu. Binlerce insan şaşkın gözler ve  bir şey yapamamanın çaresizliği ile olayı yavaş bir film izler gibi izliyordu.

 

İlk telaştan sonra maçın ne olacağı tartışılırken devam kararı muhtemelen yeni bir karışıklığı engelliyordu. İstanbul Radyosunun devamlı “Elim bir olay nedeni ile çok sayıda kana ihtiyaç vardır” anlamındaki anonsuna rağmen, tabiiki televizyon yayını olmadığı için kimselerin stattan pek haberi yoktu, maç başladı. Ancak ne seyircilerde maçın başlangıcındaki moral ne de her iki takımnda heyecan vardı. Maç başladığı gibi tatsız tuzsuz bittiğinde, bizim için, bu tarihi olaya şahit olmak dışında Metin Oktay’ı canlı olarak izlemek ve uzaktan birkaş vuruşunu alkışlamak dışında bir şey kalmamıştı.

 

 

 

 

 

5 Haziran 2013 Çarşamba


YURT HAYATI

 

Yüksek öğrenim süresince en farklı deneyimlerin kazanıldığı mekanlardan biri, belki de ilk sırada geleni öğrenci yurtlarıydı.

 
O yıllar; değil bölgeler arası, şehirlerarası ilişkinin bile sınırlı olduğu, insanların dar ortamlarda belirli kültürel kalıplar içinde yaşadığı dönemdi. Bu koşullarda yetişen gençlerin, farklı bölgelerden farklı kültürel alışkanlıklarla gelen başka gençlerle aynı ortamda yaşaması, aralarında kültür alışverişi kadar zaman zaman da çatışmalara neden oluyordu.

 
Henüz ideolojik gruplaşmalar belirgin olmadığı için, aynı kent hatta aynı kasabadan gelen gençler arasında hemşerilik, memleketlilik bağları ön plana çıkıyordu.

 
Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğüne bağlı yurtlarda her yöreden öğrenciler  birarada kalıyordu. Aynı odayı paylaşan bu gençler arasındaki günlük ilişkiler  inanılmaz bir kültürel çeşitlilik ve deneyim kazandırıyordu onlara.

 
Bazı illere ait yurtlarda;  Sivas, Kütahya, Adana vb. ise, ağırlıklı olarak o ilin öğrencileri barınıyordu. Özelikle İstanbul’a ilk kez gelen öğrencilerin uyum dönemi için bu yurtlar pek uygundu.

 
Yaklaşık bir yıl kaldığım Çanakkale Öğrenci Yurdu, o güne kadar kısıtlı bir arkadaş çevresinde yaşayan benim için yaşamımın ilk önemli deneyimi oluyordu. Aynı odada beraber kaldığımız oda arkadaşlarım; Çanakkale, Denizli ve Nazilli’den gelmişti. Sanıyorum ben de onlar için ilginçtim. Çünkü, kültür olarak birbirine yakın Marmara ve Ege bölgesi gençleri, hayatlarında ilk kez farklı bir bölge ve kültürden, Güneydoğudan gelen yaşıtları biriyle aynı ortamda yaşamak, benim kadar onlar için de ilginçti.

 
Oda arkadaşlarım, Hüseyin, Ahmet ve Yusuf’un özellikle konuşma aksanlarıyla yemek alışkanlığı benim için tam bir sürprizdi. Her ne kadar konuşmadaki farklı vurgular ve yerel sözlere filmlerden, kitaplardan ve özellikle Özay Gönlüm’den dolayı yabancı olmasak da bu farklı kültürle birebir yaşamak farklı bir kazanımdı.

 
Ege lehçesi ile, “İşingi bil agidiş” ya da bayramlarda tekrarladıkları  “Kızlaaamız oğlanlaaamız, 19 Mayıslaaada, 23 Nisanlaaada cabıldak cabıldak dolaşıyolaaa. Ne lan buuuu?” cümlesi çok hoşuma giderdi. Hala her 19 Mayıs, 23 Nisan bayramında bu sözleri anımsayarak gülerim.

 
Nazilli’li arkadaşlarımın sık sık söylediği türkü bile bizimkilerden farklıydı ya da gurbette bize öyle geliyordu (!):

 

Ay beyaz deniz mavi, eğlenin kızlar

 Yarinden ayrılanın yüreği sızlar,”

 
gibi aydan, denizden, eğlenceden bahsederken, bizim türküler dertten,  hastalıktan ya da  mahpushaneden bahsediyordu:

 

Mardin kapı şen olur, dibi değirmen olur,

 Buralarda yar seven mutlaka verem olur”  

 
ya da:

 

“Bir taş attım havaya, düştü mahpushanaya,

  Birkaç kızı kandırdım, bir şişe lavantaya”  

 
gibi.

 
Sebze ve zeytinyağının öncelik ve ağırlıkta olduğu yemek alışkanlığı da bize göre çok farklıydı. Güneydoğu yemek kültürüne göre, et, sulu yemek ve pilavsız asıldı. Yemekler bol etli, hem de yağlı etli olmalıydı. Yağ dediğin sadeyağ ya da tereyağıydı. Zeytinyağı alışkanlığımız bazı kızartmalar dışında yok sayılıurdı. Vita gibi bitkisel yağlar ise ancak fakir fukara içindi.

 
Annesinin gönderdiği 1.5 asitlik özel zeytinyağını ekmek banarak yiyen Çanakkale’li arkadaşıma pek şaşırdığımı anımsıyorum.

 
Biz Güneydoğuluların yemek kültürü yanında konuşma aksanı da farklıydı.  Özellikle boğazdan gelen K ve H harfi, Alameti farika gibiydi. Örneğin, karnıyarık, kapı ya da yok sözcüğünü duymak bizi ele vermek için yeterdiydi.

 
Çanakkale Öğrenci Yurdu’nun bendeki unutamadığım anısı, 1964 yılının sonbaharından kalmadır. Siyasetin hareketlendiği ve Adalet Partisinde Genel Başkanlık seçiminin yapılacağı günlerde,  28 Kasım 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ön sayfasındaki iki adayın, Süleyman Demirel ile Saadettin Bilgiç’in fotoğrafı görülüyordu. İki adayın da Ege bölgesine yakın Isparta’lı oluşu, oda arkadaşlarımı çok sevindirmişti.

 
Bütün bu deneyimler ülkenin, doğusu batısı, kuzeyi güneyi ile toplumsal yönden tanışmasını ve karışmasını sağlıyor, bir bakıma ön yargıları yıkıyordu. İnsanın her yerde, önce insan olduğunu olduğu gerçeğini doğruluyordu.

 

 

 

 

EMİNÖNÜ   POSTANESİ

 

 
Sirkeci Eminönü Postanesi, 60’lı, 70’li yıllarda İstanbul’da öğrenim gören öğrencilerin hayatında çok önemli bir yere sahipti. Telefonla şehirlerarası iletişimin sorun olduğu 1980’lerin ilk yarısına kadar süren o dönemde, öğrenciler için ev ya da memleket ile konuşabilecekleri neredeyse tek yer, bu mekandı. O görkemli çok katlı, kalın duvarlı, yüksek tavanlı taş binanın karanlık zemin katındaki “Şehirlerarası Telefon” bölümü, gurbet kuşlarının buluşma yeri gibiydi.

 
Özellikle pazar günleri erken saatlerde, şöförün hemen yanındaki gürültülü motoru ile bilinen kırmızı renkli “Skoda” marka  İETT otobüsleriyle ulaştığımız ve saat kaçta çıkacağımızı bilemediğimiz postane binasının merdivenlerini her seferinde ayrı bir heyecanla tırmanırdık. Telefonla evi aramanın nedenleri belliydi. Ya İstanbul’a salimen vardığımızı haber verecektik, ya da sınavların bittiğini ve ne zaman yola çıkacağımızı söyleyecektik. Bunlar dışındaki bir diğer önemli neden duygusaldı. Yani para isteyecektik.

 
Yüksek bankonun arkasındaki asık suratlı, bıkkın bayana arayacağımız telefon numarasını  söyledikten sonra yan yana sıralanan 1, 2, 3… nolu konuşma kabinlerini görebileceğimiz ve asık suratlı görevli bayanın “Diyarbakır 2 numaraaa” diyen sesini duyabileceğimiz bir yerde tahta kanepelerde sabır içinde oturmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Hep saygılı konuştuğumuz, mecburen, sinirlendirmemek için alttan aldığımız şehirlerarası telefon memureleri neden hep asık suratlı ya da sinirli olurdu, bir türlü anlayamazdık. Aslında nedeni belliymiş. Bütün çalışma saati boyunca, hepsi birbirinden önemli ve acil olan (!) görüşme taleplerini sıraya koymak, onlarca insanla defalarca konuşmak, onları ikna etmek, araya giren nüfuzlu insanları kırmadan idare etmek Allah için kolay iş değildi. Neye ki 1980’leren itibaren haberleşmenin kolaylaşması ile bu sorun ortadan kalktı.

 
Kaç saat sonra geleceği belli olmayan konuşma sırası geldiğinde, her seferinde ilk günkü heyecanla anons edilen tahta kabine girer, ağır siyah ahizeyi telaşla elimize alır, üç dakikanın nasıl geçtiğini anlamadan konuşurduk. Konuşma başlamadan ya da konuşma sırasında bağlantı kesilmesi hiç de sürpriz sayılmazdı. 

 
Bu törensel postane ziyaretlerinin şehir efsanesi olmuş iki olayı, yıllar yılı anlatılır durur. İlkinde; ilk defa gurbete çıkan öğrenci ailesi ile görüşmek istiyor. Nihayet telefon bağlanıyor. Telefonun öbür ucunda ağlamaklı sesiyle annesi… Diyaloğ şöyle;

 

“Anne”

“Can”

“Anne”

“Kurban”

“Anne beni dinle!”

“Hayran”

“Anne hele bir beni dinle. Nasılsın”

“Babam”

“Anne nasılsınız”

“Can, sana kurban olayım”

“Anne vakit doluyor, nasılsın, iyi misin”

“Senin sesine kurban”

“Anne, babam nasıl, kardeşim nasıl”

“Hepsi sana kurban”

……

…....

 
Biraz sonra şehirlerarasındaki kadın arayı giriyor.

 
“Vakit doldu, hadi çık”

 
Muhtemelen öte yandaki kadın, trans halinde, oğlunun sesini duyduğu için dünyanın en mutlu insanı. Konuşan genç hem mutlu, annesinin sesini duyduğu için, hem de hayal kırıklığı içinde, doğru dürüst konuşamadığı için.

 
Bir diğer şehir efsanesi, daha somut ve gerçekçi. Öğrenci babası ile rahat rahat konuşuyor, ta ki iş paraya gelinceye kadar.

 

“Baba nasılsın?”

“İyiyim oğlum, gözlerinden öperim”

“Baba senden bir isteğim var”

“…Söyle oğlum”

“Baba, bana para lazım”

“…Oğlum duymadım”

“Baba param bitti, bana para gönder”

“Oğlum ne diyorsun, duymuyorum, biraz kuvvetli söyle”

“Baba para istiyorum, para! Bana para gönder”

“Oğlum vallah hiç sesin gelmiyor, Herhal hatlar karışıyor”

“Baba beni duymuyor musun?”

“Yok duymuyorum. Hatlar kesik, ha ben kapatıyorum”

 

 

 

 

 

 

 

4 Mayıs 2013 Cumartesi


 

İSTANBUL’DA YAŞAM

 

 

 

İSTANBUL’ UN   SEYYAR  SATICILARI

 

Sabah erken saatlerde sokaktan gelen seslere kulak kesiliyoruz. Ancak anlamak mümkün değil. Aramızda tartışıyoruz. Sesler tekrar duyulduğunda dikkatle dinliyoruz… Anlam vermek imkansız… “kileeerarooomm” ve “  oooortçuuu” diyor. Bir diğer sesi daha iyi anlıyoruz ama anlam veremiyoruz; “Boooooza”.

 

Anlamak için en iyi yolun satıcıyı gözlemek olduğuna karar veriyoruz. İlk gördüğümüz satıcı bizi fazlasıyla mahcup ediyor. Osmanlı gravürlerindeki satıcılar gibi boynunda taşıyıp, kolları ile dengelediği taşıma tahtasının her iki ucunda, büyük terazi kefeleri gibi sallanan yuvarlak metal yoğurt kapları yeteri kadar kendini tanıtıyordu.    oooortçuuu” nun yoğurtçu olduğunu anlıyoruz. Diyarbakır’ın bakraçta satılan yoğurdunu, üzerindeki tülbenti kaldırıp küçük parmağımızla deldiğimiz açık sarı renkli kalın kaymağı ve tadına baktığımız nefis yoğurdu anımsıyoruz… Yoğurt İstanbul’a gelince böyle kibarlaşıyor demek…

 

“kileeerarooomm”cuyu sırtında torbası ile gezen genç bir erkek olarak yakalıyoruz. Bilen biri bizi meraktan kurtarıyor…”Bunlar eskici…” diyor. Eski elbise alırlar. “Eski” sözünü kaçırmışız…

 

Özellikle tatil günleri dolaşan bozacı büyük güğümü ile uzaktan hemen tanınan biri. Bozayı bir sefer deniyoruz, yetiyor… Vefa Bozasına vefasızlık etmemek için bu konudaki fikrimizi o günden bugüne kendimize saklıyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz…

 

 

 

 

BİR  ZAMANLAR  İSTANBUL’DA;  ELEKTRİK, HAVAGAZI, TRAMVAY VE TÜNEL

 

 

60’lı yılların başında evlerde kullanılan elektrik, İstanbul’un Anadolu yakasında 220 volt, Avrupa yakasında Osmanbey ve çevresinde  ise 110 volttu. Bu muhtemelen Beyoğlu (Pera) bölgesinde Osmanlının son döneminden kalan bir uygulamaydı. Kullanılan gündelik elektrikli aletler sınırlı sayıda olduğu için bu bizlere pratik bir sorun yaratmıyordu. Ancak bizler için alışılmadık bir şeydi. Bir süre sonra 220 voltun yaygın kullanımı ile bu fark ortadan kalktı.

 

Bizler için bir değişiklik te, önce Ankara’da karşılaştığımız havagazı uygulamasıydı. Daha önce gazete ve kitaplar aracılığı ile haberdar olduğumuz ve içine zehirlenmeye karşı uyarıcı olsun diye sarımsak kokusunun katıldığını bildiğimiz havagazını kullanmak bize zevk ve tıhaf  bir övünme hissi veriyordu. Uzun yıllar radyodan futbol maçlarının naklen anlatımı sırasında Mithatpaşa Stadı’na (şimdiki İnönü Stadyumu) yakınlığı nedeniyle adı geçen “Gazhane”nin, havagazı fabrikası olduğunu öğreniyor, maça gittiğimizde bu iri, kara ve doğrusu çirkin yapıya merakla bakmaktan kendimizi alamıyorduk.

 

İstanbul’da merak ettiğimiz taşıma araçlarının başında  tramvay geliyordu. Tramvay bizler gibi taşra delikanlılarının gözünde, büyük ve Avrupai bir kentin simgesi; modernlik, hareket, heyecan demekti. Küçük taşlarla örülmüş desenlerle süslü caddelerde yılan gibi kıvrılan raylarda, üstteki elektrik hattına sürünen boynuzu ve tipik zil sesiyle kayıp giden tramvay, bana çok romantik gelirdi. Gerek yabancı gerek yerli filmlerde film kahramanının koşarak tramvaya tutunması ve içeri atlaması, kız arkadaşı ile flörtü, çocukların kaçak olarak tramvaya binip tekrar inmesi, yolcuların pencere üstünden geçen ipi çekerek ineceğini haber vermesi, vatmanın şapkası ve babacan tavrı inanılmaz derecede etkileyiciydi. Ara Güler’in karlı bir İstanbul gününde Eminönü’nde çektiği bir tramvay fotoğrafı, sahiden oradaymışım gibi beni derinden etkilemiştir.

 

Tramvay, İstanbul’a gittiğimiz 1964 yılında maalesef Avrupa yakasında kullanımdan kalkmıştı. Ancak kısa bir süre da olsa Kadıköy tarafında tramvaya binmek ve hayallerimizin kahramanı olmak şansını yaşadık.

 

Bizleri etkileyen bir diğer taşıma aracı Tünel di. İETT ye (İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel İşletmeleri)  de adını veren ve hizmete girdiği 1875 yılında dünyanın Londra’dan sonra ikinci metrosu olan Tünel, Beyoğlu-Karaköy arasında çalışıyordu. Beyoğlu’na gittiğimizde, bir Avrupa kentindeymişiz gibi arada bir yüzümüzdeki mutlu, şaşkın ve biraz da farkında olduğumuz çocukça bir ifade ile sadece zevk için tüneli kullanıyorduk.

 

 

 

 

BEYOĞLU

 

 

Beyoğlu… Beyoğlu… İstanbul’u gören görmeyen, tanıyan tanımayan her gencin dünyasında ayrı bir yere sahip, sihirli, büyüleyici, çekici bir dünyanın adıdır Beyoğlu…

 

Öğrencilik yıllarımızda da, İstanbul deyince akla ilk gelen, görülmeden görülmüş, yaşanmadan yaşanmış gibi hayallerde yer bulan yerlerden biriydi orası. Yaz kış, gece gündüz ışıklar içinde, lüks alışveriş yerlerinin, restoranların bulunduğu, şık bayan ve erkeklerin dolaştığı, sanatçıların, artistlerin tur attığı, gece kulüplerin ve ara sokaklarında en kalitelisinden en reziline her türlü eğlencenin bulunduğu bir ayrı dünya idi Beyoğlu… Başta zengin Rum ve Yahudi azınlık olmak üzere bütün Levantenlerin yaşadığı bir yerdi. Yani, İstanbul’daki Avrupa idi Beyoğlu…

 

Osmanlı döneminde Beyoğlu’nun Pera olduğunu bilmiyorduk ama İstanbul’u görmeden Taksim Meydanı, Taksim Anıtı ve Beyoğlu’nu tanıyor, İstiklal Caddesini, Yeşilçam’ı, Galatasaraylı olarak Galatasaray Lisesini ve Hasnun Galip Sokağını, Tüneli biliyorduk.

 

İstanbul’daki ilk günlerimizde kıdemli öğrencilerle bir akşamüzeri gittiğimiz Beyoğlu, anılarımda unutulmaz izler bıraktı. Otobüsten indiğimiz anda Türk filmlerinde gördüğümüz Taksim Meydanı görüntüleri gözümüzde canlanmış ve anıtın bizi çarpan görkemi, meydanın sağındaki beş katlı binadaki Fruko-Tamek reklamı, sol köşedeki Rebul Eczanesi, onun aşağısında meşhur Maksim Gazinosu hemen dikkatimizi çekmişti. Taksilerin ve İETT’nin kırmızı Skoda otobüslerin yoğun hareketi, trafik lambaları, koşuşturan insanlar ve de Sular İdaresi duvarındaki ışıklı haber bantı bizi büyülemeye yetmişti.

 

İstiklal Caddesinde yürürken bütün insanların bana baktığını sanarak ayaklarımın birbirine dolandığını, adımlarımın düzensizleştiğini, kollarımı nasıl sallayacağımı ve ellerimi nereye koyacağımı bilememenin yarattığı sıkıntıyı çok iyi (şimdi utanarak) anımsıyor, bu heyecandan dolayı sonraları kendimi çok kınadığımı biliyorum.

 

İlginçtir daha ilk adımda arkadaşımın “Hey bu gelen Can Bartu değil mi?” sözü üzerine hızlı adımlarla yanımızdan geçen Fenerbahçeli Can Bartu’yu inanılmaz bir merak ve heyecanla seyrederken büyük bir mutluluk duymuştuk. Can Bartu’nun tişörtü ile yeşil renkli spor ayakkabısının dikkatimi çektiğini şimdi bile anımsıyorum.

 

Ağa Cami ile başlayan caddenin ön cephesinde küçük heykel ve maskların, bitki desenlerinin işlendiği yüksek binalar, pasajlar, mağazalar, ana cadde ve ara sokaklardaki sinemalar, barlar, eğlence yerleri, bir binanın tümünü işgal eden Vakko mağazası, Saray Muhallebicisi, işkembeciler, sokak köşelerinde bir şeyler satan seyyar satıcılar tam anlamıyla hayal ettiğimiz gibiydi. Şimdiye dek görmediğimiz ancak hayal ettiğimiz bir Avrupa kentinde gibiydik.

 

Bir büyük heyecanı da Galatasaray Lisesi kapısında yaşamış, demir kapıyı ve bahçe içindeki lise binasını ve karşıdaki Beyoğlu Postanesini hayranlık ve gıpta ile seyretmiştik. Daha sonra da Çiçek Pasajı ve Tünel’i dolaşmıştık.

 

Tünel’in tam karşısındaki bir binayı eliyle gösteren arkadaşımın “Burası Kuaför Aleksandr’ın yeridir. Özelliği insanın tipine göre en uygun saç tıraşını sormadan yapmasıdır.” Deyince, doğrusu içimden “Acaba bir gün ben de buraya gelebilecek miyim? Herhalde çok pahalıdır.”  diye geçirdiğimi iyi anımsıyorum.

 

Daha ilerde bizi büyük bir sürpriz bekliyordu. Beyoğlu’nun hristiyan özelliğini hatırlatan dev bir kilise, St. Antuan Katolik Kilisesi.  Böylesine görkemli bir kiliseyi hayatımda ilk defa görüyordum.

 

Taksim’e dönüp otobüsle kaldığımız eve hareket ederken mutluluğun egemen olduğu karışık duygular içindeydim. Aklıma yaşadığım yerler, tanıdığım insanlar, değişik yaşam koşulları, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler geliyordu. Her şey  açıklaması ve çözümü olmayan bir düğüm gibi birbirine karışıyordu. Beyoğlu böyle bir yerdi belki de…

 

 

JALUZİ STORE

 

Beyazıt’tan Taksim’e her çıkışta Tepebaşı yokuşunda sıralanmış işyerlerinde gördüğüm Jaluzi Store yazısı kadar beni yoran bir şey olmazdı. Birçok işyeri ve evin penceresinde gördüğüm için artık yabancısı olmadığım değişik renkeki enine plastik şeritlerden,  Jaluzi’nin ne olabileceği konusunda bilgi edinmem zor olmadı. Peki Store ne demekti? Engin İngilizce bilgime (!) ve kovboy filmlerindeki deneyimime göre depo; ambar, dükkan olmalıydı. Burası da Jaluzi Dükkanı’ydı. Store’un ne olduğunu anlamam birkaç yılı aldı. Bunun gibi sağda solda rastladığımız Şarküteri, Bonmarşe gibi sözcüklerin de ne olduğunu öğrenmek ancak zaman içinde mümkün oldu.

 

 

 

 

TERKOS SUYU

 

İlk sürprizi Ankara’daki gibi yine suda yaşıyoruz. Evde musluğu açtığımızda, doldurduğumuz  bardağın ayran gibi köpüklü hali bizi hayretler içinde şaşırtmıştı. Biraz bekleyince bardağın alttan başlayarak berraklaştığı ilgiyle gözlüyorduk. Su temizdi ama tadı iyi değildi. “Terkos…” dedi bilenler, küçümser bir tavırla. Bizim bildiğimiz Terkos, göl… Muhtemelen Terkos Gölü’nün suyu… “Kimse bunu içmez…” diyordu bilenler. “Hamidiye içilir…” Hamidiye’nin büyük cam damacanalarla evlere servis edildiğini öğrendiğimizdesu, parayla  mı satılır diyerek şaşkınlığımızı belirtiyoruz.

 

Buna benzer bir şaşkınlığı lokantada 15 kuruşluk şişe suyunu içerken öğreniyor, kısa sürede “Burası İstanbul…” diyerek çabucak alışıyoruz.

 

 

4 Nisan 2013 Perşembe


 

 

SOSYETİK SEMTTEYİZ: OSMANBEY…

 

Beraber kalmaya karar verdiğimiz diğer arkadaşımlarım; Mehmet İçkale ve Tahsin Yıldızla (her ikisini de genç yaşta kaybettik) Osmanbey’de alt katları dershane, beşinci katı pansiyon olan bir binada kısa bir süre kalmaya karar vermiştik. Mecidiyeköy’e çıkarken sağ yanda, Neyir Mağazası’na yakın ana caddeye paralel arka sokaktaki bina, tahta merdivenleri, kahverengi küçük kareli desenli muşamba kaplı odaları ve değişik kokusuyla bizler için çok farklıydı.

 

 

 

 

ALAFRANGA TUVALETLE TANIŞMA                         

 

Binanın çok farklı olan bir diğer yeri banyosu… Yerde küçük mavi fayansların oluşturduğu karelerle süslü beyaz zemin… Köşede pençe şeklindeki ayakları ile hemen dikkati çeken, kenarları yer yer pullanmış gri renkli küvet… Tam karşıda sararmış rengi ile eskiliğini ve musluğundan sürekli damlayan suyun neden olduğu lekesi ile bakımsızlığını saklamayan lavabo ve tavandan sarkan içindeki sarı ışığı dışarı bırakmaya niyeti olmayan karpuz şeklindeki lamba… Diğer köşede ise adını bildiğim, filmlerde gördüğüm ama ilk kez tanıştığım “Alafranga ( ya da Asri)  Tuvalet”…

 

Orada kendimi bir Fransız filminde gibi hissediyorum… Hayatımda ilk kez fayans kaplı, küvetli, alafranga tuvaletli bir banyodayım. Aklıma evimizin o küçük ama sevimli banyosu, odunla ısınan sobası, gürül gürül akan sıcak suyu ve taştan oyulmuş kurnası geldiğinde burnumun bir yerleri sızlıyor…

 

Lavabo ve tavandan sarkan karpuz avize, bütün bakımsızlık ve eskiliğine rağmen bana gurbette rastladığım bir hemşeri gibi yakın ve sevimli geliyor. Zihnimden o güne kadar gördüğüm lavabolar ve sınıflardaki karpuz avizeler geçiyor.

 

Nihayet, baştan beri dikkatimi çeken ama üzerine varmaya korktuğum asri tuvaletin kendi temizliğine bakmadan, beni küçümsereyerek “Hah ha… Hoş geldin İstanbul’a…” dediğini duyar gibiyim.

 

“Lavabo tamam, küvet de tamam” diyorum içimden. Ama tuvaleti nasıl kullanacağım?  Aklıma gurbet elde tuvaletin üstüne tüneyerek ihtiyacını gideren Anadolu garibanları geliyor nedense.

 

Tuvalet kapağı ve kenarlarının rengi ve kirliliği, bizden önceki öğrencilerin de sorun yaşadığını gösteriyor. Erkek olmanın avantajı ile bu seferlik kazasız belasız sıyrılıyorum ama bu işin çözülmesi gerektiğini de düşünüyorum.  Beraber yaşadığımız arkadaşlarla ve kapıcının da yardımı ile sonunda olması gereken şekilde sorunu çözüyoruz. İstanbul : 1, Biz : 0…Yenildik ama onurumuzla…Kabul etmeli ki bu dünyada başka  İstanbul yok…Ayrıca İstanbul’da okumanın, üniversite öğrenimi görmenin bir de bedeli olmalı…

 

Üst kattaki odalarda değişik fakültelerde okuyan değişik illerden gelen öğrenciler kalıyordu. Liseyi bitirinceye kadar hep aynı şehir ve aynı kültür ortamında yaşamış bizler için bu önemli bir değişiklik. Değişik yaşam koşulları, değişik ortamlar, değişik kültürle yetişmiş insanlar… Yüksek öğrenimi bir büyük şehirde görmenin ne olduğunu ve sağladığı deneyimleri yavaş yavaş anlıyoruz.

 

 

DİKKAT  EDİN  BU  ADAM  “O BİÇİM’DİR”

 

Bir metropolde yaşamanın ilk ve en büyük şokunu çok geçmeden yaşıyacağız. Geceleri arkadaşlarla çay içip sohbet ettiğimiz toplantılara zaman zaman dershane hocaları da katılıyordu. Bunlar arasında en dikkati çeken uzun boyu, yana taranmış kır saçları, kırmızı suratı, uzun burnu ve devamlı elinde taşıdığı içki bardağı ile alkolü fazlasıyla sevdiğini saklamayan bir İngiliz Hoca… Bizler olmayan İngilizcemizle onunla konuşmaya çalışıyoruz, o da yarım yamalak Türkçesi ile bize cevap vermeye çabalıyor… Bir süre sonra alkol barajını aşan İngiliz’i zar zor dışarı çıkarıyoruz… Her seferinde ortalıkta bitiveren apartman kapıcısı anlamlı anlamlı konuşuyor, gülüyor, bizlere kaşını gözün oynatarak bakıyor, bize bir sır vemek istiyor gibi davranıyor. Buna bir anlam veremiyoruz… Nihayet sonunda baklayı ağzından çıkarıyor…”Dikkat edin! Bu adam o biçimdir…”

 

“O biçim”in ne olduğunu bilecek kadar sokak kültürümüz olduğundan utanıyoruz, tepeden tırnağa kızarıyor hatta tepki gösteriyoruz. ”Yok yavv! Vay bee” lerden sonra, önce adamcağızı iyice bir dövmeyi düşünüyoruz. Daha sonra dövmenin doğru olmayacağına karar verip görüşmemeye ve aramıza almamaya karar veriyoruz. İstanbul bakalım bize daha ne sürprizler sunacak…

   

 

“SEMİH TUĞCU” ,  “MOR DEFTER” 

 

Taksimden Levent’e doğru uzanan ve İstanbul’un en önemli ve yoğun caddelerinden biri olan Halaskargazi Caddesini, Şişli’deki Atatürk Müzesini, Şişli Camisini, İETT Garajını,  yüksek binaları, lüks mağazaları, şık giyimli insanları hayranlıkla izliyoruz.

 

Bütün cadde boyunca elektrik direklerine asılan “Semih Tuğcu-Sigortacı” tabelası dikkatimi çekiyor. Pangaltı’daki sinemada; senaryosunu Çetin Altan’ın yazdığı, o zamanlar hepimizin yakından tanıdığı Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı “Mor Defter” filmi, unutulmamak üzere belleğime yer ediyor.

 

Gazetelerde iki reklam dikkatimizi çekiyor. Kısa sürede sosyalleşmek ve kız arkadaş edinmek isteyen erkeklerin aradığı bir haber  “Dans kursları - Kudret Şandra”. Birçok öğrenci için çaylarda, partilerde kapıları açan bir anahtar...  Bir diğer reklam ilginç ama bize daha uzak “Macar Darvaş - Kemancı -Çigan Müziği- Macar Rapsodisi ”  Darvaş’ın çalıştığı gece kulübünün reklamı. Darvaş’ı dinlemeye gidecek halimiz yok ama şöhretinden haberderız ve nedense ona sempati duyuyoruz.

 

 

 

“HARDAL İSTERSİZ ?”

 

Pangaltı’da zaman zaman gittiğimiz bir restoran, yemek kültürümüze yeni bir katkıda bulunuyor. Genellikle konuşma şekli ve vurgusundan Rum asıllı olduğunu anladığımız yaşlı garsonun ilgilendiği masada oturuyor, döner yiyoruz.  Bizi her zaman ciddiyetle karşılayan, saygısı, temizliği ve titizliği ile bize servis yapan yaşlı garsona hem saygı hem de sevgi duyuyoruz.

 

Ciddi yüz ifadesinin ardındaki gülümsemenin nedenini sorduğu sorudan sonra anlıyoruz; “Hardal istersiz ?”  Hardal? Hayatımızda ilk defa duyduğumuz bu kelimenin ne olduğunu birbiri ile kesişen gözlerimizden ve yüz ifadelerinden bilmediğimiz hemen anlaşılıyor. “Getireyim ? Getireyim, seversiz, seversiz” diyor bir baba, ağabey ya da eğitmen havasıyla. Kim bilir meslek hayatı boyunca bizim gibi kaç çaylağı hardalla tanıştırmıştır… Tabağımızın kenarına sürülen koyu sarı renkli hardalı çatalımıza taktığımız döner parçalarına bıçağımızın ucu ile sürüyor zevkle yiyoruz. Güzelmiş, hardalı sevdik…

 

 

 

 

“VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ”

 

Bizi asıl şaşırtan şey, İstanbul’a ilk defa adım attığımız 1964 yılı sonbaharında otobüs durakları, elektrik direkleri ve duvarlarda rastladığımız “Vatandaş Türkçe Konuş” yazılı pankartlardı. Kıbrıs olayları nedeniyle Yunanistan ile aramızdaki gerginliği gazete ve radyolardan biliyorduk. Ama bu gerginliğin, İstanbul’da yaşayan önceleri on bin cıvarındaki Yunan asıllı Rum’un, daha sonra Rum asıllı vatandaşların Yunanistan’a gönderilmesine yol açmasını karışık duygular içinde yorumluyor ve anlayamıyorduk. Yüzyıllardan beri İstanbul’da yaşayan ve İstanbul’un kültürel zenginliğini oluşturan bu azınlığa yapılan uygulamanın utancını daha sonraları hepimiz yaşadık.

 

 

 

7 Mart 2013 Perşembe


ANKARA ANKARA GÜZEL ANKARA

 

 

Tren yolculuğunun ilk önemli durağı Ankara idi. 1964 yılındaki nüfusu sadece 750 bin olan Ankara, o dönemde bizim için büyük şehirdi, kutsal şehirdi, saygı duyulan bir şehirdi. Ankara devletin, cumhuriyetin ve Atatürk’ün kentiydi.

 

“Ankara Ankara güzel Ankara,

 Seni görmek ister her bahtı kara” ile başlayan marşı hepimiz bilirdik.

 

Akşam saatlerinde vardığımız Mamak, Kayaş gibi banliyölerden itibaren artık büyük bir merkeze girdiğimizi anlıyorduk. Pencereden gördüğümüz kadarıyla  geniş şehre, evlerle kaplı tepelere, yollara ve araçlara, Cebeci istasyonundaki canlı insan kalabalığına merak ve hayranlıkla  bakıyorduk. Yakınından geçtiğimiz Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını da sevgiyle, ilgiyle seyrediyorduk. Özellikle tren yolunu alttan geçen yollar  bize büyük mimari yapılar olarak geliyordu. Uzaktan da olsa Anıtkabir’i sevgi ve şükranla seyrediyorduk. Bütün bu izlenimlere rağmen, Ankara ya da İstanbul’da okuyan öğrenciler arasında yine de zaman zaman “Ankara mı güzel İstanbul mu?” tartışması tazelenirdi. Her iki taraf ta kendi eksiğini bilmekle beraber inatla tuttuğu kenti savunmaya devam ederdi.

 

Ankara’da trenden inen arkadaşlarla vedalaşmanın ardından, başlayan akşam saatlerinde trenimiz, yine artık çok iyi bildiğimiz tiz sesi ve çuf çufları ile Eskişehir üzerinden son durak İstanbul, Haydarpaşa’ya doğru hareket ederdi.

 

 

 

ESKİŞEHİR ÜZERİNDEN İSTANBUL’A 

 

Gece yarısı geçtiğimiz Eskişehir’de satın alabileceğimiz tek şey pişmaniye,  anımsadığımız bir şey de tümünü tam bilmediğimiz için ancak bir bölümünü mırıldandığımız Eskişehir Marşı idi.

 

Eskişehir’i geçtikten sonra sabahın ilk ışıkları ile birlikte trende tatlı bir heyecan ve telaş başlardı. Bir yanda özellikle ilk kez gelenler için İstanbul’a yaklaşırken yaşanan ürküntüyle karışık heyecan, öte yanda iki güne yakın süren yolculuğun sonunda yorgun argın eşyamızı toparlama çabası. Sıcaktan dolayı bozulmaya başlayan başta annelerimizin güzelim köfteleri olmak üzere kalan yiyecekler ve artıklar, kimseler duymasın, pencereden geldikleri yere, doğaya gönderilir, sonra da bavullar sıkıca kapatılırdı.

 

İzmit Körfezi’ne yaklaştıkça değişen doğa kendisini hissettiriyordu. Ağaçlarla süslenmiş yeşilin her tonundaki dağlar, tepeler, düzlükler bizler için çok çarpıcıydı. Uçsuz bucaksız Güneydoğu ve İç Anadolu bozkırından sonra Kocaeli Yarımadası’na girince başlayan yeşillik İstanbul’a yaklaştıkça artarken bizler için de ayrı bir dünyaya girişin kapısı gibi görünüyordu.

 

Ağaçlar, özellikle uzaktan yüksek boyları ve tepede yanlara doğru yayılan dalları ile bende eski dönem gravürlerindeki ağaçları çağrıştırıyordu. Ben bunlara “Osmanlı Ağacı” diyordum. Bugün hala bu tip ağaçları aynı isimle anıyorum.

 

Tren yolunun sağındaki bu değişik ve etkileyici doğayı bir süre sonra sol tarafta İzmit Körfezi ile başlayan deniz tamamlıyordu. Deniz, son derece etkileyiciydi. Özellikle ilk yıllar denizi her görüşümüzde, şaşkınlığın hakim olduğu mutlu ve meraklı yüz ifadesi ile doyumsuz bir şekilde seyrediyorduk. Bizim gibi suyu bardakta, hadi o kadar haksızlık etmeyelim Dicle Nehri veya Hazar Gölü’nde görenler için deniz yine de inanılmaz bir şeydi. Sanki küçük fırça darbeleri ile süslenmiş beyaz köpüklerle hareket eden mavi-lacivert-siyah dalgalı alabildiğine büyük, geniş, sonsuz bir dünya…

 

Bu doğal çevrede önemli yerleşim yerleri dışında alabildiğine yeşillik, tek tek evler veya çiftlikler dikkati çekiyordu. İzmit yakınında denize doğru dikine ilerleyen tepeler arasındaki köprüler ve özellikle Hereke yakınındaki tünel bize mühendislik harikası bir  yapı gibi görülüyordu.

 

İstanbul’a yaklaştıkça asıl bizi şaşırtan şey, Kartal, Pendik, Maltepe gibi yerleşim yerleri boyunca deniz kıyısında demiryolu çevresindeki evler ve insanlardı. Tek ya da en fazla iki katlı bahçeli evler, saksılar içinde gülümseyen, elinizi uzatsanız koparabileceğiniz çeşitli çiçeklerin süslediği balkonlar… Tatlı rüzgarla dans eden ipteki çamaşırlar... Bize hareketli fotoğraf karesi gibi gelen bu tabloda; yanı başından geçen treni kanıksamış günlük işlerini yapan çocuklar, kadınlar veya erkekler… Arada bir pencereden veya balkondan bizlere el sallayan beyaz tenli, başı açık, kısa kollu giysileri içinde güleç yüzlü kadınlar… Biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz mutlu hem çevreyi inceleyen hem de bu duygular içinde herkesi selamlayan biz taşralı öğrenciler…

 

Son 20-30 yılda İzmit’ten İstanbul’a kadar o güzelim bölgeyi beton yapılarla dolduran, yeşilliği, yeşille doğal şekilde iç içe yaşamayı yok eden gelişmişliği (!) gördükçe, o dönemi daha çok özlüyorum…

 

 

 

HAYDARPAŞA GÖRÜNDÜ

 

1964 yılının bir Ekim günü trenle ilk kez gittiğim İstanbul’a varışımı, beni iliklerime dek etkileyen görünümü ve tazeliği ile hala anımsarım.

 

Binalar, yoğunlaşan trafik, koşuşturan insanlar ve de yana yana sıralanan raylar Haydarpaşa Garının yaklaştığını haber verir gibiydi…  Tren “Ben geliyorum…” dercesine son uzun tiz sesini çıkararak gara girerken, yaklaşan rayları yutan ya da kucaklayan geniş cepheli kahverengi dev taş bina ve süslü kuleler ufkumuzu kaplıyordu... Bu büyük yapıyı, tren ve lokomotiflerin fazlalığını korku, merak ve hayretle izlerken benim için birçok şeyin ilkini yaşayacağımı seziyordum…

 

Pencereden peronu tarayan gözler; tanıdık bir yüz, bir akraba ya da yakın bir arkadaş arıyor… Pencerelerden bavullar karşılamaya gelenlere veriliyor ya da taşınıyor... Bizler de yorgun vücudumuzu,  telaş, merak ve korku içinde sürüklüyor, çevremizdekiler ne derse onu yapıyoruz…

 

“Haydi vapura!” diyorlar, hep birlikte ilerliyoruz… Gar binasından, sağa sola, yüksek tavanlara, yerdeki ve duvardaki renkli ve desenli fayanslara hayranlık ve şaşkınlıkla bakarak çıkmak, Türk filmlerinden tanıdığımız geniş merdivenleri inerek Haydarpaşa Vapur iskelesine ilerlemek bir çırpıda oluveriyor…

 

Vapura binmek için jeton almak gerektiği söylenince şaşkın tavuklar gibi telaşla önce o yana koşuyor, küçük kabinden alınan jetonlarla tekrar vapur iskelesine dönüyoruz…

 

Turnikeden geçiyor, uzatılan tahta üzerinden vapura biniyoruz… Vapur motorunun uğultusu hala kulaklarımızdaki tren uğultusuna karışıyor… Vapur olduğu yerde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyor, sonra iskeleden hem uzaklaşıyor hem de olduğu yerde dönüyor... Nihayet rotasını karşı kıyıya çeviriyor… Arka tarafta çalışan motorla yarışırcasına deniz köpük köpük köpürüyor… Dağılan köpükler harita çizer gibi deniz yüzeyine yayılıyor, sonra yavaş yavaş dağılıyor… Geride sadece beyaz bir iz kalıyor…

 

Karşımızda denizi bölen beton bir set, geride dört köşeli, beyaz renkli zarif bir kule… Bu Kız Kulesi olmalı… Saatli Maarif Takvimi’nden anımsıyorum… Yanından geçiyoruz…

 

 

Vapur… Kalabalık… Deniz…Rüzgar…Uçan martılar…Yerde gökte her yerde mavilik…Her yerde kalabalık ve gürültü…Yorgunluk, telaş, korku, merak… Kulağımızda bir uğultu… Trenin henüz kulaklarımızdan silinmemiş  teker sesi… Tıkı tık…tıkı tık…tıkı tık…tıkı tık… Sanki hala trendeyiz. Uykumuz var mı yok mu belli değil…

 

Oturduğum yerden; telaşla vapura giren kadın, erkek, yaşlı, genç, ihtiyar yolculara,  “İstanbullular”a, kendimi küçülmüş ve ezilmiş hissederek bakıyorum. Arkada dev Haydarpaşa, çevrede deniz, yukarda gökyüzü ve önümüzde tablo gibi manzara… Ben nerdeyim? Rüyada mıyım, ayık mıyım?  Sanki araftayım…

 

 

 

BOĞAZI GEÇİYORUZ

 

Geride bıraktığımız kıyıdan uzaklaştıkça karşı kıyı yaklaşıyor… Giderek büyüyor… Aman Allahım… Burası ayrı bir dünya... Bir tablo gibi …  Sağda solda;  mavi, yeşil, lacivert, siyah, köpüklü alabildiğine uzanan deniz… Kulağımda çınlayan motor sesleri…

Sol tarafta yeşillikle içinde kuleler, camiler ve onlarca minare… Minarelere takılmış tanıdık birkaç bulut… Sarayburnu olmalı…

 

Yüksek binalar ve yollarda vızır vızır arabalar… Aa… Bir köprü… Bunu kitaplardan, filmlerden ve resimlerden biliyorum… Galata köprüsü! Ne kadar uzun, kalabalık ve ne kadar güzel… Aklıma balık tutanlar ve köprüaltı çocukları geliyor… Arkada şehrin gökyüzü ile birleştiği çizgide, göğe tırmanan cami kubbeleri ve minareler görüyorum…

 

Sağ tarafta (Tophane)  yamaçta yeşil bir zemine çiçeklerle yazılan günün tarihi 28 Ekim 1964…Çok hoş ve etkileyici… Acaba İstanbul bana “Hoş geldin!” mi diyor…

 

Bir yanda Topkapı Sarayı ve camiler… Diğer yanda Galata Kulesi, yüksek binalar… Arada Haliç ve köprü…  Köprünün her iki yanında siyah dumanlar çıkaran vapurlar… Tablo içinde durmadan hareket eden deniz, insanlar ve arabalar… Bir tablo, bir suluboya resim… Ama hareketli, canlı, pırıl pırıl, kıpır kıpır…

 

 

Karaköy İskelesi belirginleşiyor… Sallana sallana yanaşıyoruz… Aynı telaş ve acele ile ellerimizde bavullar çıkıyoruz vapurdan…

 

 

 

TAKSİDEYİZ

 

Dışarıda değişik renklerde bekleyen taksiler var… Hemen dikkatimi çeken parlak metal tamponlar, yuvarlak farlar… Bunların efsanevi 1956 ya da 1957 model Şevrole olduğunu, gelmiş geçmiş en güzel, en sağlam ve kullanışlı taksi modelleri sayıldığını sonradan öğreneceğim.

 

Şoförlerin hemen hepsi tanıdık gibi… Ben bunları Ayhan Işık’lı, Belgin Doruk’lu filmlerden tanıyorum… Çoğu orta yaşlı, hafif göbekli, ince bıyıklı, taranmış saçlı, muntazam yüzlü, temiz giyimli süratli ve kesik kesik tipik İstanbul Türkçesi ile konuşan insanlar… (Şoförlüğün gerçek bir meslek olduğu günler.) Deneyimli öğrencilerin aracılığı ile şoföre gidilecek yeri iyice tarif etmeler, yapılan sıkı pazarlıklar… Gariban öğrenci edebiyatı.

 

Açılan bagaja şoförün de yardımı ile bavullarımızı yerleştiriyoruz, sonra tıkış tıkış arabaya biniyoruz. Önde şoförün yanında iki kişi, arkada üç kişi… Koltuklar kalın ve saydam bir naylonla kaplı. Elimle çaktırmadan yokluyorum.

 

Şoför radyoyu açıyor… İnanılmaz bir şey… Son derece net bir radyo yayını…Nerde bizim oradaki radyolar… İstanbul Radyosunu yerinde dinlemenin zevkini yaşıyorum… Çok etkileniyorum… Kalacağımız pansiyonun bulunduğu Osmanbey’e doğru yola çıkıyoruz… İşte büyük şehir budur…”

 

 

 

 

4 Şubat 2013 Pazartesi


 

KURTALAN EKSPRESİ     Diyarbakır - Ankara – İstanbul Hattı
 
BÖLÜM:  2

 

 

VER ELİNİ İSTANBUL

 

Üniversite öğrenimi nedeniyle doğup büyüdüğü şehirden çıkıp Ankara, İzmir ya da özellikle İstanbul gibi bir şehre gitmek; bir gencin yaşamında önemli ve etkileyici bir düğüm noktasıydı.

 

İstanbul; herkesin bildiği, tarihi ve büyüklüğü ile ilgili çok şeyin duyulduğu ve okunduğu ancak çok az kimsenin gördüğü, görenlerin de camileri, Boğaz’ı, Haliç, Beyoğlu ve eğlence dünyasıyla, tramvayı ve kalabalığı ile bıkıp usanmadan anlattığı bir efsane kentiydi.

 

Değil İstanbul, yakın illere bile ancak burunlu eski model otobüsler ya da kamyon arkasında dar ve bakımsız yollarda seyahat etmenin; önemli, nadir ve güç olduğu o dönemlerde İstanbul’a ancak ticari nedenler ya da çözülemeyen sağlık sorunları için gidilirdi. Haftada sadece birkaç gün küçücük terminal binasından başlayan Diyarbakır-İstanbul uçak seferi,  resmi seyahat dışında ancak çok önemli ve acil nedenlerle yapılırdı. Uçakla gidenler halk arasında konuşulur, hayranlık ve kıskançlıkla karışık duygularla anlatılırdı.

 

İstanbul’a genelde trenle gidilirdi. Haydarpaşa-Kurtalan Ekspresi bu alanda tekti.Yalnız Diyarbakır’ı değil bütün Güneydoğu ve bir kısım Doğu hatta Orta Anadolu’yu Ankara ve İstanbul’a bağlayan,  popüler bir müzik grubuna isim olmuş “Kurtalan Ekspresi”, yıllarca bu görevini şanına yaraşır şekilde yerine getirdi. Büyük şehirlere ticaret, ziyaret, tayin, öğrenim nedeni ile giden herkesin en başta gelen seçeneği trendi. Ayrıca daha gerideki Batman Kurtalan gibi yerlerden de gelen Diyarbakır’a ticaret ya da ziyaret için gelenlerin de en önemli aracıydı.

 

Yolculukta değişik nedenlere bağlı gecikme (rötar) olmadığı takdirde, yaklaşık 24 saatte Ankara’ya, oradan da 12 saatte yani toplam 36 saatte İstanbul’a varılırdı. Ancak gecikme sıklıkla yaşanır, hele ağır geçen kış aylarında gecikme bir günü bulabilirdi. Bu konuda rekor, aşırı kar yağışı nedeniyle 1968 yılı Şubat ayında yaşandı. Şubat tatili için Haydarpaşa’da trene binen bizler, ancak bir haftaya yakın bir süre sonra Elazığ’a varabilmiş, oradan da dolmuşla Diyarbakır’a gitmiştik. Aynı kış mevsiminde Maraş üzerinden gelmek isteyenlerin treni ise aşırı kar nedeniyle dağ başında kala kalmış, uçaklarla gıda maddeleri atılmış, yolcuların eve varmaları tam bir haftayı bulmuştu. O günler basında güncel konu olarak bu aşırı kış şartları yer almıştı.

 

Ulaşımda trenin tartışması birinciliği, 1960’ların sonuna dek südü. Daha sonra şehirlerarası otobüs seferleri giderek yaygınlaştı. Daha kolay, daha ucuz ve daha kısa süreli olan bu ulaşım aracı giderek tren yolculuğunu büyük ölçüde geri plana itti. İlk Diyarbakır - İstanbul seferini düzenleyen otobüs şirketlerinden Gazanfer Bilge Firması’nın İstanbul Laleli ve Diyarbakır Dağkapı’daki büroları ile henüz Boğaz Köprüsü yapılmadığı için Üsküdar Harem İskelesindeki otobüs terminalleri ve feribotla karşıya geçiş o günkü tazeliği ile anılarımızda yaşıyor.

 

 

 

DİYARBAKIR GARI

 

Tren yolculuğunun bizler için başladığı Diyarbakır Gar’ı, Cumhuriyet Dönemi’nin bir eseriydi. 10. Yıl Marşı’nda bahsedilen; Demirağlarla Ördük Anayurdu Dört Baştan’ın Diyarbakır’daki bir düğüm noktasıydı.

 

Genç Cumhuriyet’in Anadolu’da başlattığı alt yapı hizmetlerinin en önemlisi olan yurdu demir Diyarbakır’a 1935 yılında varmış, oradan da Kurtalana’a kadar uzanmıştı. Trenle çıktığı yurt gezisinde 15 Kasım 1937 yılında  Diyarbakır’a varan Atatürk, gar balkonundan halka hitap etmişti.

 

Ön cephesinde  beyaz fayans üzerine yazılmış, uzaklardan bile görülebilen  DİYARBAKIR yazılı  iki katlı  gar binası, TCDDY nin diğer garları gibi tipik mimarisi ile hemen dikkati çeken  tarihi bir yapıydı.  Gar çevresinde yanyana sıralanmış tipik küçük lojmanlar, söğüt ve kavak ağaçları, lokomotiflere su sağlayan depo, çaprazlaşan raylar, bir tarafta bekleyen lokomotif ve katarlarla yurdun diğer bölgelerindeki garların bir benzeriydi. Garın hemen yanındaki çay bahçesi, lisede ders çalışmak için gittiğimiz, sakin, huzurlu ve temiz bir yerdi.

 

Tren hatlarının ötesinde göz alabildiğine uzanan yemyeşil bağlar ve içlerinde taştan yapılmış bağ köşkleri görülürdü. Garın bize en ilginç yeri, yan tarafta üzerinde Fransızca kökenli  Büvet yazısı bulunan kısımdı. Buranın büfe olduğunu seziyor ama Büvet kelimesine bir türlü ısınamıyorduk.

 

1950 li yılların başında şahit olduğum “Asker Sevkiyatı”,  Diyarbakır Garı ile ilgili en eski anımdır. Bir zamanlar askere gidecek köylü çocukları toplu halde belli merkezlerde toplanır oradan trenlerle eğitim yapacakları merkezlere gönderilirdi. Genel olarak kırsal kesimde hijyen şartları kötü olduğu için  köylüler vardıkları yerde elbiseleri üzerlerinden alındığı ve yok edildiği için en eski giysileri ile trene binerlerdi.

 

Tesadüfen şahit olduğum böyle bir sevkiyat sırasında trenin arkasından koşan ve son anda bir yakının kolundan yakalaması ile yüzü koyun yere düşen bir asker annesini ve tren penceresinden geriye annesine bakan gencin yüzü de hala gözlerimin önündedir.

 

 

 

“KUŞET” SİZ OLMAZ

 

Ailelerin ve öğrencilerin uzun tren yolculuğu için olmazsa olmaz tercihi, Kurtalan Ekspresi’nde altı kişinin seyahat edebileceği “Kuşetli” ikinci sınıf kompartımanlardı.

 

Ankara ya da İstanbul’a gidiş tarihi netleşince hemen  gecikmeden bilet alınması gerekirdi. Beraber yolculuk yapmayı düşündüğümüz arkadaşlarla tarihi gar binasının giriş katında sağ köşedeki gişeden hiç azalmayan bir heyecanla üzerinde vagon ve kompartıman numarasının yazdığı küçük ve sert kartondan biletimizi almak, neredeyse yolu yarılamak kadar önemliydi bizim için.

 

Asıl telaş yolculuğa birkaç gün kala evlerde yaşanırdı. Bir yandan en az 4-5 ay ailesinden uzak kalacak öğrencilerin şimdiden başlayan sıla hasreti, bir yandan babaların belli etmediği, annelerin saklayamadığı ayrılık özlemi… Öte yandan rutin yolculuk hazırlığı… Kocaman bavullara konan giyecekler ve bozulmayacak yiyecekler… Ders çalışmak için getirilen ama pek yüzüne bakılmayan kitaplar…Yolculuk için hazırlanan taze yiyecekler… Mevsimine göre namına yaraşır iri karpuz veya kışlık kavunlar…

 

Yolculuk uzun, eve dönüş aylar sonra olacağı için götürülecek eşyaların taşınmasında bavul önem kazanıyordu.

 

En sık kullanulan bavul, Türk filmlerinden çok iyi bildiğimiz kırsal bölgeden şehire gelenlerin taşıdığı halk arasında asker bavulu da denen açık sarı rekli, üzerleri dalga desenli bavuldu. Arası kartonlu üstü  plastik kaplı dikişli, sıklıkla koyu kahverenkli bavullar gösterişli ama daha dayanıksızdı. En sağlam bavul ise kalın deriden yapılanlardı. Bavullar yıpranmaya karşı kılıf takılması çok normaldi.

 

Yolculuğa çıkarken ailelerin verdiği para, yolda kaybolmasın veya çalınmasın diye anneler tarafından özel dua ve uyarılarla fanilamıza dikilen iç ceplere özenle yerleştirilirdi.

 

Gözü yaşlı ağzı dualı aile büyüklerinin eli öpülerek evden çıkılır, faytona yüklenen iri bavullarla dıkı dık, dıkı dık tren garına gidilirdi.

 

 

 

YOLCULUK BAŞLIYOR

 

Kurtalan Ekspresi; hareket saati gelince yola çıktığını bütün şehre haber veren uzun kısa tiz düdük sesi, gökyüzüne bilmem kaçıncı kez salınan dumanı ve “Çuf çuf”ları ile yolculuğuna başlamıştır artık. Uğurlamaya gelenle pencereden son kez el sallanır, ağır ağır giden trenin yanında koşan gençlerle tokalaşmaya çalışılırdı.

 

Trenin hareketi ile beraber önce gar binası, ardından Toprak Mahsulleri Ofisi’nin siloları, sonra da şehir dışı sayılan Seyrantepe’den itibaren bütün şehir, bir bandın üzerinden geriye kayarmış gibi giderek uzaklaşırdı. Trenin şehri uzaklardan selamlayan son düdük sesi ve dumanından sonra bir anda her şey normale döner, ayrılık duyguları yolculuk heyecanı ile yer  değiştirirdi. Herkes kompartımanda yerini alır, neredeyse iki gün boyu sürecek yolculuğun sıkıntıli ve neşeli yönlerine kendini hazırlardı.

 

Şehre yakın Leylek ve Geyik istasyonlarının ardından Zülküf Peygamber Dağı ve dağın eteklerindeki Ergani görülürdü. Ergani  istasyonu; gözleri görmediği için yanındaki bir erkek çocuğuyla peronlarda dolaşarak kaval çalan bir ihtiyarla anımsanırdı. Tren gara yaklaşınca birçok kimsenin gözü bu kişiyi arar, görünce sempatiyle bakardı. Yolcuların bir kısmı  yardımda bulunurdu.

 

 

TÜNELDEN TÜNELE

 

Tren yolculuğunun zahmetli yönünü, Ergani’den sonra başlayan ve Maden çıkışına kadar devam eden yaklaşık 70’ e yakın kısa tünel oluştururdu. Kömürle çalışan lokomotiften salınan simsiyah duman, kapalı pencerelere rağmen içeri girer, genzimizi yakar, elimizi yüzümüzü siyaha boyar, bazen da küçük kömür taneleri gözümüze kaçardı. Pencereyi açıp temiz hava almaya fırsat bulamadan ardı ardına gelen onlarca tünel hepimizi tam olarak dumana boğardı.

Tüneller bitince pencereler açılarak rahat bir nefes alınır, eller yıkanır, göze kaçan kömür parçaları temiz mendil kenarlarıyla çıkarılırdı.

 

Tünellerle ilgili çokça bilinen bir fıkra kuşaktan kuşağa anlatılır durur. Fıkra bu ya; aynı kompartımanda yolculuk eden bir yabancı, hayatında hiç muz yememiş öğrencilere muz dağıtır. Kendini daha deneyimli kabul eden bir öğrenci “Siz bekleyin!” demiş arkadaşlarına. “Önce ben yiyeyim. Ne olduğunu size söylerim.” Öğrenci tam muzu ısırdığı sırada tren tünele girer. Karanlık kompartımanda öğrencinin canhıraş sesi duyulur. “Ula aman yemeyin, ben yedim gözden oldum”.

 

Maden’den sonra değişen doğa, dağlar, ağaçlar ve masmavi Hazar Gölü ilgimizi çeker,  defalarca o yolculuk yapılsa bile her seferinde seyredilecek veya gösterilecek ilginç bir şeyler bulunurdu.

 

 

 

YOLCULUĞUN DEĞİŞMEZ EĞLENCESİ:   “KAVUN ÇEKİRDEĞİ”

 

Kompartımanda ise yolculuk boyunca sürecek alışılmış bir hazırlık başlardı. Evde hazırlanan ya da hazır alınan tuzlu kavun çekirdeği torbası gecikmeden çıkarılırdı. Sonraki yıllar hemen hemen tamamen terk edilen kavun çekirdeği, biz Diyarbakırlı öğrencilerin “Alamet-i farikası” gibiydi. Hep bir arada makine gibi, ön dişlerimiz ve dil ucumuzla küçücük çekirdeği çıtlar, arasındaki içi çiğner, kabuğunu da önceleri kibarca önümüzdeki gazete kağıdının üzerine, sonra ise, doğrusu çok da sonra değil, yere birkaç tane düştüğünü bahane ederek yere atmaya başlardık. Bir süre sonra ipin ucu kaçar bütün kompartıman çekirdek kabuğuyla kirletilirdi. Nasıl da süratle o küçücük çekirdeği başarı ile çıtlıyor, bir çırpıda kabuğunu ayırabiliyorduk, hayret doğrusu. Aferin bize!

 

Öğrencilerin bu alışkanlığını kondüktörler de bildiği için, kompartımana girdiklerinde önce suratları asılır; belki de baş edemeyeceklerinden,  kızmak yerine sadece “Ahh sizler ahh… Gene berbat edeceksiniz her yeri!” deyip geçerlerdi.

 

Gece uyku saati gelince, bordo veya lacivert renkli plastikle kaplı oturma yerinin kaldırılan arkalığı sürgülerle yanlara sabitleştirilir, üst katın hazırlığı tamamlanırdı. İlginçtir, yattığımız yer bize kuştüyü yatak gibi, trenin hafif titreşimi ve demir tekerlerin raylarda yol alırken çıkardığı tıkı tık, tıkı tık, tıkı tık sesi de ninni gibi gelirdi. Sabah erkenden her şey toplanır ve günlük yaşama geçilirdi. Yemekler herkesin katkısıyla hazırlanır, birlikte yenirdi. Geri kalan zaman sohbet, şakalaşma, yandaki kompartımanları ziyaret, çevreyi izleme ya da uyuklama ile geçerdi. En arka vagondaki restorana giderek çay içmek de havalıydı.

 

 

 

VAGONS LİTS COOK

 

Kurtalan Ekspresinde; uzun yıllar kömürlü, ancak son yıllar dizel motorlu olan lokomotifin hemen arkasında önce yük vagonları, daha sonra birinci ve ikinci mevki yolcu vagonları ve en sonda da yataklı kısım ve restoran bulunurdu. Yataklı kısmın bulunduğu vagonlardaki “Vagons-Lits Cook” ‘un ne olduğunu doğrusu ne biliyor ne de merak ediyorduk.

 

Yıllar sonra bu tanınmış Fransız şirketin, 1924 yılından itibaren Orient Ekspres’e adını verdiğini, uzun yıllar ülkemizde iç hatlarda çalıştığını ve 1972 yılında Türkiye’den ayrıldığını öğrendik.

 

Uzun tren yolculuğunda restoranda bir şeyler yemek veya içmek bir ayrıcalıktı. Bu işin meraklıları vardı. Bizim gibi öğrenciler için restoranın özelliği olan uzun su bardaklarında çay içmek yeterliydi.

 

 

 

ORTA ANADOLU

 

Elazığ ve daha sonra gelen Yolçatı İstasyonu, bağlantı ve aktarmalar nedeniyle en karışık ve tehlikeli duraktı. Buralar geçtikten sonra sırasıyla Malatya, Sivas ve Kayseri bizi bekliyordu. Kayseri’de her defasında pastırma tartışması yaşanır, mecbur kalınmadıkça alınmamasına karar verilirdi.. Gece saatlerinde geçilen Sivas her zaman soğuktu. Özellikle kış aylarında Sivas ve Kayseri garındaki donmuş havuz ve fıskiye, bir resim gibi belleğimizdeki yerini geçen yıllara rağmen erimeden korudu.

 

Ertesi gün, ta akşam Ankara’ya varana kadar, geniş Orta Anadolu bozkırı gözlerimizin önünde uzanıp giderdi… Kalemle çizilmiş sınırları ile kardeşçe sırtüstü yan yana yatan sarı, yeşil, kahverengi tarlalar… Arada bir ince derelerin çevresinde çoğunluğu sık aralarla dikilmiş rüzgarla sağa sola sallanan kavak ya da söğütlerden oluşan ağaç toplulukları … Kasabalar, köyler, trenle beraber koşan top kafalı, saçları kısaca kesilmiş, genellikle gazete veya bir şeyler isteyen, bazen de taş atan,  güçlü görünüşlü erkek çocukları… Yerleşim yerlerinin yakınında büyük Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) siloları… Her yolculukta dikkatimizi çeken fotoğraflar gibiydi.

 

Bu manzarayı her izleyişimde o çok sevdiğim ve tamamına yakınını ezbere bildiğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini romantik pozlarla dışarıda esen rüzgara karşı pencereden okuduğumu anımsıyorum.

 

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

  Bir dakika araba yerinde durakladı.

 

  Neden sonra altımda sarsıldı demir yaylar,

  Gözlerimin önünden geçti kervan saraylar…

  …………….

  ……………

  Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…

  Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

  ……………

  ……………

  Ellerim takılırken rüzgarların saçına

  Asıldı arabamız bir dağın yamacına.

  ……………

  ……………

 

Hemen her yıl tekrarlanan bu görüntüler ve anılar bütün canlılığı ile belleğimizdeki yerini alıyordu.