KURTALAN
EKSPRESİ Diyarbakır - Ankara –
İstanbul Hattı
BÖLÜM: 2
VER ELİNİ İSTANBUL
Üniversite öğrenimi nedeniyle doğup büyüdüğü şehirden çıkıp
Ankara, İzmir ya da özellikle İstanbul gibi bir şehre gitmek; bir gencin
yaşamında önemli ve etkileyici bir düğüm noktasıydı.
İstanbul; herkesin bildiği, tarihi ve büyüklüğü ile ilgili
çok şeyin duyulduğu ve okunduğu ancak çok az kimsenin gördüğü, görenlerin de
camileri, Boğaz’ı, Haliç, Beyoğlu ve eğlence dünyasıyla, tramvayı ve kalabalığı
ile bıkıp usanmadan anlattığı bir efsane kentiydi.
Değil İstanbul, yakın illere bile ancak burunlu eski model
otobüsler ya da kamyon arkasında dar ve bakımsız yollarda seyahat etmenin;
önemli, nadir ve güç olduğu o dönemlerde İstanbul’a ancak ticari nedenler ya da
çözülemeyen sağlık sorunları için gidilirdi. Haftada sadece birkaç gün küçücük
terminal binasından başlayan Diyarbakır-İstanbul uçak seferi, resmi seyahat dışında ancak çok önemli ve
acil nedenlerle yapılırdı. Uçakla gidenler halk arasında konuşulur, hayranlık
ve kıskançlıkla karışık duygularla anlatılırdı.
İstanbul’a genelde trenle gidilirdi. Haydarpaşa-Kurtalan
Ekspresi bu alanda tekti.Yalnız Diyarbakır’ı değil bütün Güneydoğu ve bir kısım
Doğu hatta Orta Anadolu’yu Ankara ve İstanbul’a bağlayan, popüler bir müzik grubuna isim olmuş
“Kurtalan Ekspresi”, yıllarca bu görevini şanına yaraşır şekilde yerine
getirdi. Büyük şehirlere ticaret, ziyaret, tayin, öğrenim nedeni ile giden
herkesin en başta gelen seçeneği trendi. Ayrıca daha gerideki Batman Kurtalan gibi
yerlerden de gelen Diyarbakır’a ticaret ya da ziyaret için gelenlerin de en
önemli aracıydı.
Yolculukta değişik nedenlere bağlı gecikme (rötar) olmadığı
takdirde, yaklaşık 24 saatte Ankara’ya, oradan da 12 saatte yani toplam 36
saatte İstanbul’a varılırdı. Ancak gecikme sıklıkla yaşanır, hele ağır geçen
kış aylarında gecikme bir günü bulabilirdi. Bu konuda rekor, aşırı kar yağışı
nedeniyle 1968 yılı Şubat ayında yaşandı. Şubat tatili için Haydarpaşa’da trene
binen bizler, ancak bir haftaya yakın bir süre sonra Elazığ’a varabilmiş,
oradan da dolmuşla Diyarbakır’a gitmiştik. Aynı kış mevsiminde Maraş üzerinden
gelmek isteyenlerin treni ise aşırı kar nedeniyle dağ başında kala kalmış,
uçaklarla gıda maddeleri atılmış, yolcuların eve varmaları tam bir haftayı
bulmuştu. O günler basında güncel konu olarak bu aşırı kış şartları yer
almıştı.
Ulaşımda trenin tartışması birinciliği, 1960’ların sonuna
dek südü. Daha sonra şehirlerarası otobüs seferleri giderek yaygınlaştı. Daha
kolay, daha ucuz ve daha kısa süreli olan bu ulaşım aracı giderek tren
yolculuğunu büyük ölçüde geri plana itti. İlk Diyarbakır - İstanbul seferini
düzenleyen otobüs şirketlerinden Gazanfer Bilge Firması’nın İstanbul Laleli ve
Diyarbakır Dağkapı’daki büroları ile henüz Boğaz Köprüsü yapılmadığı için
Üsküdar Harem İskelesindeki otobüs terminalleri ve feribotla karşıya geçiş o
günkü tazeliği ile anılarımızda yaşıyor.
DİYARBAKIR GARI
Tren yolculuğunun bizler için başladığı Diyarbakır Gar’ı,
Cumhuriyet Dönemi’nin bir eseriydi. 10. Yıl Marşı’nda bahsedilen; Demirağlarla
Ördük Anayurdu Dört Baştan’ın Diyarbakır’daki bir düğüm noktasıydı.
Genç Cumhuriyet’in Anadolu’da başlattığı alt yapı
hizmetlerinin en önemlisi olan yurdu demir Diyarbakır’a 1935 yılında varmış,
oradan da Kurtalana’a kadar uzanmıştı. Trenle çıktığı yurt gezisinde 15 Kasım
1937 yılında Diyarbakır’a varan Atatürk,
gar balkonundan halka hitap etmişti.
Ön cephesinde beyaz
fayans üzerine yazılmış, uzaklardan bile görülebilen DİYARBAKIR yazılı iki katlı
gar binası, TCDDY nin diğer garları gibi tipik mimarisi ile hemen
dikkati çeken tarihi bir yapıydı. Gar çevresinde yanyana sıralanmış tipik küçük
lojmanlar, söğüt ve kavak ağaçları, lokomotiflere su sağlayan depo, çaprazlaşan
raylar, bir tarafta bekleyen lokomotif ve katarlarla yurdun diğer
bölgelerindeki garların bir benzeriydi. Garın hemen yanındaki çay bahçesi,
lisede ders çalışmak için gittiğimiz, sakin, huzurlu ve temiz bir yerdi.
Tren hatlarının ötesinde göz alabildiğine uzanan yemyeşil
bağlar ve içlerinde taştan yapılmış bağ köşkleri görülürdü. Garın bize en
ilginç yeri, yan tarafta üzerinde Fransızca kökenli Büvet yazısı bulunan kısımdı. Buranın büfe
olduğunu seziyor ama Büvet kelimesine bir türlü ısınamıyorduk.
1950 li yılların başında şahit olduğum “Asker Sevkiyatı”, Diyarbakır Garı ile ilgili en eski anımdır.
Bir zamanlar askere gidecek köylü çocukları toplu halde belli merkezlerde
toplanır oradan trenlerle eğitim yapacakları merkezlere gönderilirdi. Genel
olarak kırsal kesimde hijyen şartları kötü olduğu için köylüler vardıkları yerde elbiseleri
üzerlerinden alındığı ve yok edildiği için en eski giysileri ile trene
binerlerdi.
Tesadüfen şahit olduğum böyle bir sevkiyat sırasında trenin
arkasından koşan ve son anda bir yakının kolundan yakalaması ile yüzü koyun yere
düşen bir asker annesini ve tren penceresinden geriye annesine bakan gencin
yüzü de hala gözlerimin önündedir.
“KUŞET” SİZ OLMAZ
Ailelerin ve öğrencilerin uzun tren yolculuğu için olmazsa
olmaz tercihi, Kurtalan Ekspresi’nde altı kişinin seyahat edebileceği “Kuşetli”
ikinci sınıf kompartımanlardı.
Ankara ya da İstanbul’a gidiş tarihi netleşince hemen gecikmeden bilet alınması gerekirdi. Beraber
yolculuk yapmayı düşündüğümüz arkadaşlarla tarihi gar binasının giriş katında
sağ köşedeki gişeden hiç azalmayan bir heyecanla üzerinde vagon ve kompartıman
numarasının yazdığı küçük ve sert kartondan biletimizi almak, neredeyse yolu
yarılamak kadar önemliydi bizim için.
Asıl telaş yolculuğa birkaç gün kala evlerde yaşanırdı. Bir
yandan en az 4-5 ay ailesinden uzak kalacak öğrencilerin şimdiden başlayan sıla
hasreti, bir yandan babaların belli etmediği, annelerin saklayamadığı ayrılık
özlemi… Öte yandan rutin yolculuk hazırlığı… Kocaman bavullara konan giyecekler
ve bozulmayacak yiyecekler… Ders çalışmak için getirilen ama pek yüzüne
bakılmayan kitaplar…Yolculuk için hazırlanan taze yiyecekler… Mevsimine göre
namına yaraşır iri karpuz veya kışlık kavunlar…
Yolculuk uzun, eve dönüş aylar sonra olacağı için
götürülecek eşyaların taşınmasında bavul önem kazanıyordu.
En sık kullanulan bavul, Türk filmlerinden çok iyi
bildiğimiz kırsal bölgeden şehire gelenlerin taşıdığı halk arasında asker
bavulu da denen açık sarı rekli, üzerleri dalga desenli bavuldu. Arası kartonlu
üstü plastik kaplı dikişli, sıklıkla
koyu kahverenkli bavullar gösterişli ama daha dayanıksızdı. En sağlam bavul ise
kalın deriden yapılanlardı. Bavullar yıpranmaya karşı kılıf takılması çok
normaldi.
Yolculuğa çıkarken ailelerin verdiği para, yolda kaybolmasın
veya çalınmasın diye anneler tarafından özel dua ve uyarılarla fanilamıza
dikilen iç ceplere özenle yerleştirilirdi.
Gözü yaşlı ağzı dualı aile büyüklerinin eli öpülerek evden
çıkılır, faytona yüklenen iri bavullarla dıkı dık, dıkı dık tren garına
gidilirdi.
YOLCULUK BAŞLIYOR
Kurtalan Ekspresi; hareket saati gelince yola çıktığını
bütün şehre haber veren uzun kısa tiz düdük sesi, gökyüzüne bilmem kaçıncı kez
salınan dumanı ve “Çuf çuf”ları ile yolculuğuna başlamıştır artık. Uğurlamaya
gelenle pencereden son kez el sallanır, ağır ağır giden trenin yanında koşan
gençlerle tokalaşmaya çalışılırdı.
Trenin hareketi ile beraber önce gar binası, ardından Toprak
Mahsulleri Ofisi’nin siloları, sonra da şehir dışı sayılan Seyrantepe’den
itibaren bütün şehir, bir bandın üzerinden geriye kayarmış gibi giderek
uzaklaşırdı. Trenin şehri uzaklardan selamlayan son düdük sesi ve dumanından
sonra bir anda her şey normale döner, ayrılık duyguları yolculuk heyecanı ile
yer değiştirirdi. Herkes kompartımanda
yerini alır, neredeyse iki gün boyu sürecek yolculuğun sıkıntıli ve neşeli
yönlerine kendini hazırlardı.
Şehre yakın Leylek ve Geyik istasyonlarının ardından Zülküf
Peygamber Dağı ve dağın eteklerindeki Ergani görülürdü. Ergani istasyonu; gözleri görmediği için yanındaki
bir erkek çocuğuyla peronlarda dolaşarak kaval çalan bir ihtiyarla anımsanırdı.
Tren gara yaklaşınca birçok kimsenin gözü bu kişiyi arar, görünce sempatiyle
bakardı. Yolcuların bir kısmı yardımda
bulunurdu.
TÜNELDEN TÜNELE
Tren yolculuğunun zahmetli yönünü, Ergani’den sonra başlayan
ve Maden çıkışına kadar devam eden yaklaşık 70’
e yakın kısa tünel oluştururdu. Kömürle çalışan lokomotiften salınan simsiyah
duman, kapalı pencerelere rağmen içeri girer, genzimizi yakar, elimizi yüzümüzü
siyaha boyar, bazen da küçük kömür taneleri gözümüze kaçardı. Pencereyi açıp
temiz hava almaya fırsat bulamadan ardı ardına gelen onlarca tünel hepimizi tam
olarak dumana boğardı.
Tüneller bitince pencereler açılarak rahat bir nefes alınır,
eller yıkanır, göze kaçan kömür parçaları temiz mendil kenarlarıyla
çıkarılırdı.
Tünellerle ilgili çokça bilinen bir fıkra kuşaktan kuşağa
anlatılır durur. Fıkra bu ya; aynı kompartımanda yolculuk eden bir yabancı,
hayatında hiç muz yememiş öğrencilere muz dağıtır. Kendini daha deneyimli kabul
eden bir öğrenci “Siz bekleyin!” demiş arkadaşlarına. “Önce ben yiyeyim. Ne
olduğunu size söylerim.” Öğrenci tam muzu ısırdığı sırada tren tünele girer.
Karanlık kompartımanda öğrencinin canhıraş sesi duyulur. “Ula aman yemeyin, ben
yedim gözden oldum”.
Maden’den sonra değişen doğa, dağlar, ağaçlar ve masmavi
Hazar Gölü ilgimizi çeker, defalarca o
yolculuk yapılsa bile her seferinde seyredilecek veya gösterilecek ilginç bir
şeyler bulunurdu.
YOLCULUĞUN DEĞİŞMEZ EĞLENCESİ: “KAVUN ÇEKİRDEĞİ”
Kompartımanda ise yolculuk boyunca sürecek alışılmış bir
hazırlık başlardı. Evde hazırlanan ya da hazır alınan tuzlu kavun çekirdeği
torbası gecikmeden çıkarılırdı. Sonraki yıllar hemen hemen tamamen terk edilen
kavun çekirdeği, biz Diyarbakırlı öğrencilerin “Alamet-i farikası” gibiydi. Hep
bir arada makine gibi, ön dişlerimiz ve dil ucumuzla küçücük çekirdeği çıtlar,
arasındaki içi çiğner, kabuğunu da önceleri kibarca önümüzdeki gazete kağıdının
üzerine, sonra ise, doğrusu çok da sonra değil, yere birkaç tane düştüğünü
bahane ederek yere atmaya başlardık. Bir süre sonra ipin ucu kaçar bütün
kompartıman çekirdek kabuğuyla kirletilirdi. Nasıl da süratle o küçücük
çekirdeği başarı ile çıtlıyor, bir çırpıda kabuğunu ayırabiliyorduk, hayret
doğrusu. Aferin bize!
Öğrencilerin bu alışkanlığını kondüktörler de bildiği için,
kompartımana girdiklerinde önce suratları asılır; belki de baş
edemeyeceklerinden, kızmak yerine sadece
“Ahh sizler ahh… Gene berbat edeceksiniz her yeri!” deyip geçerlerdi.
Gece uyku saati gelince, bordo veya lacivert renkli
plastikle kaplı oturma yerinin kaldırılan arkalığı sürgülerle yanlara
sabitleştirilir, üst katın hazırlığı tamamlanırdı. İlginçtir, yattığımız yer
bize kuştüyü yatak gibi, trenin hafif titreşimi ve demir tekerlerin raylarda
yol alırken çıkardığı tıkı tık, tıkı tık, tıkı tık sesi de ninni gibi gelirdi.
Sabah erkenden her şey toplanır ve günlük yaşama geçilirdi. Yemekler herkesin
katkısıyla hazırlanır, birlikte yenirdi. Geri kalan zaman sohbet, şakalaşma,
yandaki kompartımanları ziyaret, çevreyi izleme ya da uyuklama ile geçerdi. En
arka vagondaki restorana giderek çay içmek de havalıydı.
VAGONS LİTS COOK
Kurtalan Ekspresinde; uzun yıllar kömürlü, ancak son yıllar
dizel motorlu olan lokomotifin hemen arkasında önce yük vagonları, daha sonra
birinci ve ikinci mevki yolcu vagonları ve en sonda da yataklı kısım ve
restoran bulunurdu. Yataklı kısmın bulunduğu vagonlardaki “Vagons-Lits Cook”
‘un ne olduğunu doğrusu ne biliyor ne de merak ediyorduk.
Yıllar sonra bu tanınmış Fransız şirketin, 1924 yılından
itibaren Orient Ekspres’e adını verdiğini, uzun yıllar ülkemizde iç hatlarda
çalıştığını ve 1972 yılında Türkiye’den ayrıldığını öğrendik.
Uzun tren yolculuğunda restoranda bir şeyler yemek veya
içmek bir ayrıcalıktı. Bu işin meraklıları vardı. Bizim gibi öğrenciler için
restoranın özelliği olan uzun su bardaklarında çay içmek yeterliydi.
ORTA ANADOLU
Elazığ ve daha sonra gelen Yolçatı İstasyonu, bağlantı ve
aktarmalar nedeniyle en karışık ve tehlikeli duraktı. Buralar geçtikten sonra
sırasıyla Malatya, Sivas ve Kayseri bizi bekliyordu. Kayseri’de her defasında
pastırma tartışması yaşanır, mecbur kalınmadıkça alınmamasına karar verilirdi..
Gece saatlerinde geçilen Sivas her zaman soğuktu. Özellikle kış aylarında Sivas
ve Kayseri garındaki donmuş havuz ve fıskiye, bir resim gibi belleğimizdeki
yerini geçen yıllara rağmen erimeden korudu.
Ertesi gün, ta akşam Ankara’ya varana kadar, geniş Orta
Anadolu bozkırı gözlerimizin önünde uzanıp giderdi… Kalemle çizilmiş sınırları
ile kardeşçe sırtüstü yan yana yatan sarı, yeşil, kahverengi tarlalar… Arada
bir ince derelerin çevresinde çoğunluğu sık aralarla dikilmiş rüzgarla sağa
sola sallanan kavak ya da söğütlerden oluşan ağaç toplulukları … Kasabalar,
köyler, trenle beraber koşan top kafalı, saçları kısaca kesilmiş, genellikle
gazete veya bir şeyler isteyen, bazen de taş atan, güçlü görünüşlü erkek çocukları… Yerleşim
yerlerinin yakınında büyük Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) siloları… Her
yolculukta dikkatimizi çeken fotoğraflar gibiydi.
Bu manzarayı her izleyişimde o çok sevdiğim ve tamamına
yakınını ezbere bildiğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini
romantik pozlarla dışarıda esen rüzgara karşı pencereden okuduğumu anımsıyorum.
“Yağız atlar kişnedi,
meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra altımda sarsıldı demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervan saraylar…
…………….
……………
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
……………
……………
Ellerim takılırken rüzgarların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
……………
……………
Hemen her yıl tekrarlanan bu görüntüler ve anılar bütün
canlılığı ile belleğimizdeki yerini alıyordu.