ANKARA ANKARA GÜZEL ANKARA
Tren yolculuğunun ilk önemli durağı Ankara idi. 1964
yılındaki nüfusu sadece 750 bin olan Ankara, o dönemde bizim için büyük
şehirdi, kutsal şehirdi, saygı duyulan bir şehirdi. Ankara devletin,
cumhuriyetin ve Atatürk’ün kentiydi.
“Ankara Ankara güzel
Ankara,
Seni görmek ister her bahtı kara” ile
başlayan marşı hepimiz bilirdik.
Akşam saatlerinde vardığımız Mamak, Kayaş gibi banliyölerden
itibaren artık büyük bir merkeze girdiğimizi anlıyorduk. Pencereden gördüğümüz
kadarıyla geniş şehre, evlerle kaplı
tepelere, yollara ve araçlara, Cebeci istasyonundaki canlı insan kalabalığına
merak ve hayranlıkla bakıyorduk.
Yakınından geçtiğimiz Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını da sevgiyle,
ilgiyle seyrediyorduk. Özellikle tren yolunu alttan geçen yollar bize büyük mimari yapılar olarak geliyordu.
Uzaktan da olsa Anıtkabir’i sevgi ve şükranla seyrediyorduk. Bütün bu
izlenimlere rağmen, Ankara ya da İstanbul’da okuyan öğrenciler arasında yine de
zaman zaman “Ankara mı güzel İstanbul mu?” tartışması tazelenirdi. Her iki
taraf ta kendi eksiğini bilmekle beraber inatla tuttuğu kenti savunmaya devam
ederdi.
Ankara’da trenden inen arkadaşlarla vedalaşmanın ardından,
başlayan akşam saatlerinde trenimiz, yine artık çok iyi bildiğimiz tiz sesi ve
çuf çufları ile Eskişehir üzerinden son durak İstanbul, Haydarpaşa’ya doğru
hareket ederdi.
ESKİŞEHİR ÜZERİNDEN İSTANBUL’A
Gece yarısı geçtiğimiz Eskişehir’de satın alabileceğimiz tek
şey pişmaniye, anımsadığımız bir şey de
tümünü tam bilmediğimiz için ancak bir bölümünü mırıldandığımız Eskişehir Marşı
idi.
Eskişehir’i geçtikten sonra sabahın ilk ışıkları ile
birlikte trende tatlı bir heyecan ve telaş başlardı. Bir yanda özellikle ilk
kez gelenler için İstanbul’a yaklaşırken yaşanan ürküntüyle karışık heyecan,
öte yanda iki güne yakın süren yolculuğun sonunda yorgun argın eşyamızı
toparlama çabası. Sıcaktan dolayı bozulmaya başlayan başta annelerimizin
güzelim köfteleri olmak üzere kalan yiyecekler ve artıklar, kimseler duymasın,
pencereden geldikleri yere, doğaya gönderilir, sonra da bavullar sıkıca
kapatılırdı.
İzmit Körfezi’ne yaklaştıkça değişen doğa kendisini
hissettiriyordu. Ağaçlarla süslenmiş yeşilin her tonundaki dağlar, tepeler,
düzlükler bizler için çok çarpıcıydı. Uçsuz bucaksız Güneydoğu ve İç Anadolu
bozkırından sonra Kocaeli Yarımadası’na girince başlayan yeşillik İstanbul’a
yaklaştıkça artarken bizler için de ayrı bir dünyaya girişin kapısı gibi
görünüyordu.
Ağaçlar, özellikle uzaktan yüksek boyları ve tepede yanlara
doğru yayılan dalları ile bende eski dönem gravürlerindeki ağaçları
çağrıştırıyordu. Ben bunlara “Osmanlı Ağacı” diyordum. Bugün hala bu tip
ağaçları aynı isimle anıyorum.
Tren yolunun sağındaki bu değişik ve etkileyici doğayı bir
süre sonra sol tarafta İzmit Körfezi ile başlayan deniz tamamlıyordu. Deniz,
son derece etkileyiciydi. Özellikle ilk yıllar denizi her görüşümüzde,
şaşkınlığın hakim olduğu mutlu ve meraklı yüz ifadesi ile doyumsuz bir şekilde
seyrediyorduk. Bizim gibi suyu bardakta, hadi o kadar haksızlık etmeyelim Dicle
Nehri veya Hazar Gölü’nde görenler için deniz yine de inanılmaz bir şeydi.
Sanki küçük fırça darbeleri ile süslenmiş beyaz köpüklerle hareket eden
mavi-lacivert-siyah dalgalı alabildiğine büyük, geniş, sonsuz bir dünya…
Bu doğal çevrede önemli yerleşim yerleri dışında
alabildiğine yeşillik, tek tek evler veya çiftlikler dikkati çekiyordu. İzmit
yakınında denize doğru dikine ilerleyen tepeler arasındaki köprüler ve
özellikle Hereke yakınındaki tünel bize mühendislik harikası bir yapı gibi görülüyordu.
İstanbul’a yaklaştıkça asıl bizi şaşırtan şey, Kartal,
Pendik, Maltepe gibi yerleşim yerleri boyunca deniz kıyısında demiryolu
çevresindeki evler ve insanlardı. Tek ya da en fazla iki katlı bahçeli evler,
saksılar içinde gülümseyen, elinizi uzatsanız koparabileceğiniz çeşitli
çiçeklerin süslediği balkonlar… Tatlı rüzgarla dans eden ipteki çamaşırlar...
Bize hareketli fotoğraf karesi gibi gelen bu tabloda; yanı başından geçen treni
kanıksamış günlük işlerini yapan çocuklar, kadınlar veya erkekler… Arada bir
pencereden veya balkondan bizlere el sallayan beyaz tenli, başı açık, kısa
kollu giysileri içinde güleç yüzlü kadınlar… Biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz
mutlu hem çevreyi inceleyen hem de bu duygular içinde herkesi selamlayan biz
taşralı öğrenciler…
Son 20-30 yılda İzmit’ten İstanbul’a kadar o güzelim bölgeyi
beton yapılarla dolduran, yeşilliği, yeşille doğal şekilde iç içe yaşamayı yok
eden gelişmişliği (!) gördükçe, o dönemi daha çok özlüyorum…
HAYDARPAŞA GÖRÜNDÜ
1964 yılının bir Ekim günü trenle ilk kez gittiğim
İstanbul’a varışımı, beni iliklerime dek etkileyen görünümü ve tazeliği ile
hala anımsarım.
Binalar, yoğunlaşan trafik, koşuşturan insanlar ve de yana
yana sıralanan raylar Haydarpaşa Garının yaklaştığını haber verir gibiydi… Tren “Ben geliyorum…” dercesine son uzun tiz
sesini çıkararak gara girerken, yaklaşan rayları yutan ya da kucaklayan geniş
cepheli kahverengi dev taş bina ve süslü kuleler ufkumuzu kaplıyordu... Bu
büyük yapıyı, tren ve lokomotiflerin fazlalığını korku, merak ve hayretle
izlerken benim için birçok şeyin ilkini yaşayacağımı seziyordum…
Pencereden peronu tarayan gözler; tanıdık bir yüz, bir
akraba ya da yakın bir arkadaş arıyor… Pencerelerden bavullar karşılamaya
gelenlere veriliyor ya da taşınıyor... Bizler de yorgun vücudumuzu, telaş, merak ve korku içinde sürüklüyor,
çevremizdekiler ne derse onu yapıyoruz…
“Haydi vapura!” diyorlar, hep birlikte ilerliyoruz… Gar
binasından, sağa sola, yüksek tavanlara, yerdeki ve duvardaki renkli ve desenli
fayanslara hayranlık ve şaşkınlıkla bakarak çıkmak, Türk filmlerinden
tanıdığımız geniş merdivenleri inerek Haydarpaşa Vapur iskelesine ilerlemek bir
çırpıda oluveriyor…
Vapura binmek için jeton almak gerektiği söylenince şaşkın
tavuklar gibi telaşla önce o yana koşuyor, küçük kabinden alınan jetonlarla
tekrar vapur iskelesine dönüyoruz…
Turnikeden geçiyor, uzatılan tahta üzerinden vapura
biniyoruz… Vapur motorunun uğultusu hala kulaklarımızdaki tren uğultusuna
karışıyor… Vapur olduğu yerde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyor, sonra
iskeleden hem uzaklaşıyor hem de olduğu yerde dönüyor... Nihayet rotasını karşı
kıyıya çeviriyor… Arka tarafta çalışan motorla yarışırcasına deniz köpük köpük
köpürüyor… Dağılan köpükler harita çizer gibi deniz yüzeyine yayılıyor, sonra
yavaş yavaş dağılıyor… Geride sadece beyaz bir iz kalıyor…
Karşımızda denizi bölen beton bir set, geride dört köşeli,
beyaz renkli zarif bir kule… Bu Kız Kulesi olmalı… Saatli Maarif Takvimi’nden
anımsıyorum… Yanından geçiyoruz…
Vapur… Kalabalık… Deniz…Rüzgar…Uçan martılar…Yerde gökte her
yerde mavilik…Her yerde kalabalık ve gürültü…Yorgunluk, telaş, korku, merak…
Kulağımızda bir uğultu… Trenin henüz kulaklarımızdan silinmemiş teker sesi… Tıkı tık…tıkı tık…tıkı tık…tıkı
tık… Sanki hala trendeyiz. Uykumuz var mı yok mu belli değil…
Oturduğum yerden; telaşla vapura giren kadın, erkek, yaşlı,
genç, ihtiyar yolculara,
“İstanbullular”a, kendimi küçülmüş ve ezilmiş hissederek bakıyorum.
Arkada dev Haydarpaşa, çevrede deniz, yukarda gökyüzü ve önümüzde tablo gibi
manzara… Ben nerdeyim? Rüyada mıyım, ayık mıyım? Sanki araftayım…
BOĞAZI GEÇİYORUZ
Geride bıraktığımız kıyıdan uzaklaştıkça karşı kıyı yaklaşıyor…
Giderek büyüyor… Aman Allahım… Burası ayrı bir dünya... Bir tablo gibi … Sağda solda;
mavi, yeşil, lacivert, siyah, köpüklü alabildiğine uzanan deniz…
Kulağımda çınlayan motor sesleri…
Sol tarafta yeşillikle içinde kuleler, camiler ve onlarca
minare… Minarelere takılmış tanıdık birkaç bulut… Sarayburnu olmalı…
Yüksek binalar ve yollarda vızır vızır arabalar… Aa… Bir
köprü… Bunu kitaplardan, filmlerden ve resimlerden biliyorum… Galata köprüsü!
Ne kadar uzun, kalabalık ve ne kadar güzel… Aklıma balık tutanlar ve köprüaltı
çocukları geliyor… Arkada şehrin gökyüzü ile birleştiği çizgide, göğe tırmanan
cami kubbeleri ve minareler görüyorum…
Sağ tarafta (Tophane)
yamaçta yeşil bir zemine çiçeklerle yazılan günün tarihi 28 Ekim
1964…Çok hoş ve etkileyici… Acaba İstanbul bana “Hoş geldin!” mi diyor…
Bir yanda Topkapı Sarayı ve camiler… Diğer yanda Galata
Kulesi, yüksek binalar… Arada Haliç ve köprü…
Köprünün her iki yanında siyah dumanlar çıkaran vapurlar… Tablo içinde
durmadan hareket eden deniz, insanlar ve arabalar… Bir tablo, bir suluboya
resim… Ama hareketli, canlı, pırıl pırıl, kıpır kıpır…
Karaköy İskelesi belirginleşiyor… Sallana sallana
yanaşıyoruz… Aynı telaş ve acele ile ellerimizde bavullar çıkıyoruz vapurdan…
TAKSİDEYİZ
Dışarıda değişik renklerde bekleyen taksiler var… Hemen
dikkatimi çeken parlak metal tamponlar, yuvarlak farlar… Bunların efsanevi 1956
ya da 1957 model Şevrole olduğunu, gelmiş geçmiş en güzel, en sağlam ve
kullanışlı taksi modelleri sayıldığını sonradan öğreneceğim.
Şoförlerin hemen hepsi tanıdık gibi… Ben bunları Ayhan
Işık’lı, Belgin Doruk’lu filmlerden tanıyorum… Çoğu orta yaşlı, hafif göbekli,
ince bıyıklı, taranmış saçlı, muntazam yüzlü, temiz giyimli süratli ve kesik
kesik tipik İstanbul Türkçesi ile konuşan insanlar… (Şoförlüğün gerçek bir
meslek olduğu günler.) Deneyimli öğrencilerin aracılığı ile şoföre gidilecek
yeri iyice tarif etmeler, yapılan sıkı pazarlıklar… Gariban öğrenci edebiyatı.
Açılan bagaja şoförün de yardımı ile bavullarımızı
yerleştiriyoruz, sonra tıkış tıkış arabaya biniyoruz. Önde şoförün yanında iki
kişi, arkada üç kişi… Koltuklar kalın ve saydam bir naylonla kaplı. Elimle
çaktırmadan yokluyorum.
Şoför radyoyu açıyor… İnanılmaz bir şey… Son derece net bir
radyo yayını…Nerde bizim oradaki radyolar… İstanbul Radyosunu yerinde
dinlemenin zevkini yaşıyorum… Çok etkileniyorum… Kalacağımız pansiyonun
bulunduğu Osmanbey’e doğru yola çıkıyoruz… İşte büyük şehir budur…”