7 Mart 2013 Perşembe


ANKARA ANKARA GÜZEL ANKARA

 

 

Tren yolculuğunun ilk önemli durağı Ankara idi. 1964 yılındaki nüfusu sadece 750 bin olan Ankara, o dönemde bizim için büyük şehirdi, kutsal şehirdi, saygı duyulan bir şehirdi. Ankara devletin, cumhuriyetin ve Atatürk’ün kentiydi.

 

“Ankara Ankara güzel Ankara,

 Seni görmek ister her bahtı kara” ile başlayan marşı hepimiz bilirdik.

 

Akşam saatlerinde vardığımız Mamak, Kayaş gibi banliyölerden itibaren artık büyük bir merkeze girdiğimizi anlıyorduk. Pencereden gördüğümüz kadarıyla  geniş şehre, evlerle kaplı tepelere, yollara ve araçlara, Cebeci istasyonundaki canlı insan kalabalığına merak ve hayranlıkla  bakıyorduk. Yakınından geçtiğimiz Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını da sevgiyle, ilgiyle seyrediyorduk. Özellikle tren yolunu alttan geçen yollar  bize büyük mimari yapılar olarak geliyordu. Uzaktan da olsa Anıtkabir’i sevgi ve şükranla seyrediyorduk. Bütün bu izlenimlere rağmen, Ankara ya da İstanbul’da okuyan öğrenciler arasında yine de zaman zaman “Ankara mı güzel İstanbul mu?” tartışması tazelenirdi. Her iki taraf ta kendi eksiğini bilmekle beraber inatla tuttuğu kenti savunmaya devam ederdi.

 

Ankara’da trenden inen arkadaşlarla vedalaşmanın ardından, başlayan akşam saatlerinde trenimiz, yine artık çok iyi bildiğimiz tiz sesi ve çuf çufları ile Eskişehir üzerinden son durak İstanbul, Haydarpaşa’ya doğru hareket ederdi.

 

 

 

ESKİŞEHİR ÜZERİNDEN İSTANBUL’A 

 

Gece yarısı geçtiğimiz Eskişehir’de satın alabileceğimiz tek şey pişmaniye,  anımsadığımız bir şey de tümünü tam bilmediğimiz için ancak bir bölümünü mırıldandığımız Eskişehir Marşı idi.

 

Eskişehir’i geçtikten sonra sabahın ilk ışıkları ile birlikte trende tatlı bir heyecan ve telaş başlardı. Bir yanda özellikle ilk kez gelenler için İstanbul’a yaklaşırken yaşanan ürküntüyle karışık heyecan, öte yanda iki güne yakın süren yolculuğun sonunda yorgun argın eşyamızı toparlama çabası. Sıcaktan dolayı bozulmaya başlayan başta annelerimizin güzelim köfteleri olmak üzere kalan yiyecekler ve artıklar, kimseler duymasın, pencereden geldikleri yere, doğaya gönderilir, sonra da bavullar sıkıca kapatılırdı.

 

İzmit Körfezi’ne yaklaştıkça değişen doğa kendisini hissettiriyordu. Ağaçlarla süslenmiş yeşilin her tonundaki dağlar, tepeler, düzlükler bizler için çok çarpıcıydı. Uçsuz bucaksız Güneydoğu ve İç Anadolu bozkırından sonra Kocaeli Yarımadası’na girince başlayan yeşillik İstanbul’a yaklaştıkça artarken bizler için de ayrı bir dünyaya girişin kapısı gibi görünüyordu.

 

Ağaçlar, özellikle uzaktan yüksek boyları ve tepede yanlara doğru yayılan dalları ile bende eski dönem gravürlerindeki ağaçları çağrıştırıyordu. Ben bunlara “Osmanlı Ağacı” diyordum. Bugün hala bu tip ağaçları aynı isimle anıyorum.

 

Tren yolunun sağındaki bu değişik ve etkileyici doğayı bir süre sonra sol tarafta İzmit Körfezi ile başlayan deniz tamamlıyordu. Deniz, son derece etkileyiciydi. Özellikle ilk yıllar denizi her görüşümüzde, şaşkınlığın hakim olduğu mutlu ve meraklı yüz ifadesi ile doyumsuz bir şekilde seyrediyorduk. Bizim gibi suyu bardakta, hadi o kadar haksızlık etmeyelim Dicle Nehri veya Hazar Gölü’nde görenler için deniz yine de inanılmaz bir şeydi. Sanki küçük fırça darbeleri ile süslenmiş beyaz köpüklerle hareket eden mavi-lacivert-siyah dalgalı alabildiğine büyük, geniş, sonsuz bir dünya…

 

Bu doğal çevrede önemli yerleşim yerleri dışında alabildiğine yeşillik, tek tek evler veya çiftlikler dikkati çekiyordu. İzmit yakınında denize doğru dikine ilerleyen tepeler arasındaki köprüler ve özellikle Hereke yakınındaki tünel bize mühendislik harikası bir  yapı gibi görülüyordu.

 

İstanbul’a yaklaştıkça asıl bizi şaşırtan şey, Kartal, Pendik, Maltepe gibi yerleşim yerleri boyunca deniz kıyısında demiryolu çevresindeki evler ve insanlardı. Tek ya da en fazla iki katlı bahçeli evler, saksılar içinde gülümseyen, elinizi uzatsanız koparabileceğiniz çeşitli çiçeklerin süslediği balkonlar… Tatlı rüzgarla dans eden ipteki çamaşırlar... Bize hareketli fotoğraf karesi gibi gelen bu tabloda; yanı başından geçen treni kanıksamış günlük işlerini yapan çocuklar, kadınlar veya erkekler… Arada bir pencereden veya balkondan bizlere el sallayan beyaz tenli, başı açık, kısa kollu giysileri içinde güleç yüzlü kadınlar… Biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz mutlu hem çevreyi inceleyen hem de bu duygular içinde herkesi selamlayan biz taşralı öğrenciler…

 

Son 20-30 yılda İzmit’ten İstanbul’a kadar o güzelim bölgeyi beton yapılarla dolduran, yeşilliği, yeşille doğal şekilde iç içe yaşamayı yok eden gelişmişliği (!) gördükçe, o dönemi daha çok özlüyorum…

 

 

 

HAYDARPAŞA GÖRÜNDÜ

 

1964 yılının bir Ekim günü trenle ilk kez gittiğim İstanbul’a varışımı, beni iliklerime dek etkileyen görünümü ve tazeliği ile hala anımsarım.

 

Binalar, yoğunlaşan trafik, koşuşturan insanlar ve de yana yana sıralanan raylar Haydarpaşa Garının yaklaştığını haber verir gibiydi…  Tren “Ben geliyorum…” dercesine son uzun tiz sesini çıkararak gara girerken, yaklaşan rayları yutan ya da kucaklayan geniş cepheli kahverengi dev taş bina ve süslü kuleler ufkumuzu kaplıyordu... Bu büyük yapıyı, tren ve lokomotiflerin fazlalığını korku, merak ve hayretle izlerken benim için birçok şeyin ilkini yaşayacağımı seziyordum…

 

Pencereden peronu tarayan gözler; tanıdık bir yüz, bir akraba ya da yakın bir arkadaş arıyor… Pencerelerden bavullar karşılamaya gelenlere veriliyor ya da taşınıyor... Bizler de yorgun vücudumuzu,  telaş, merak ve korku içinde sürüklüyor, çevremizdekiler ne derse onu yapıyoruz…

 

“Haydi vapura!” diyorlar, hep birlikte ilerliyoruz… Gar binasından, sağa sola, yüksek tavanlara, yerdeki ve duvardaki renkli ve desenli fayanslara hayranlık ve şaşkınlıkla bakarak çıkmak, Türk filmlerinden tanıdığımız geniş merdivenleri inerek Haydarpaşa Vapur iskelesine ilerlemek bir çırpıda oluveriyor…

 

Vapura binmek için jeton almak gerektiği söylenince şaşkın tavuklar gibi telaşla önce o yana koşuyor, küçük kabinden alınan jetonlarla tekrar vapur iskelesine dönüyoruz…

 

Turnikeden geçiyor, uzatılan tahta üzerinden vapura biniyoruz… Vapur motorunun uğultusu hala kulaklarımızdaki tren uğultusuna karışıyor… Vapur olduğu yerde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyor, sonra iskeleden hem uzaklaşıyor hem de olduğu yerde dönüyor... Nihayet rotasını karşı kıyıya çeviriyor… Arka tarafta çalışan motorla yarışırcasına deniz köpük köpük köpürüyor… Dağılan köpükler harita çizer gibi deniz yüzeyine yayılıyor, sonra yavaş yavaş dağılıyor… Geride sadece beyaz bir iz kalıyor…

 

Karşımızda denizi bölen beton bir set, geride dört köşeli, beyaz renkli zarif bir kule… Bu Kız Kulesi olmalı… Saatli Maarif Takvimi’nden anımsıyorum… Yanından geçiyoruz…

 

 

Vapur… Kalabalık… Deniz…Rüzgar…Uçan martılar…Yerde gökte her yerde mavilik…Her yerde kalabalık ve gürültü…Yorgunluk, telaş, korku, merak… Kulağımızda bir uğultu… Trenin henüz kulaklarımızdan silinmemiş  teker sesi… Tıkı tık…tıkı tık…tıkı tık…tıkı tık… Sanki hala trendeyiz. Uykumuz var mı yok mu belli değil…

 

Oturduğum yerden; telaşla vapura giren kadın, erkek, yaşlı, genç, ihtiyar yolculara,  “İstanbullular”a, kendimi küçülmüş ve ezilmiş hissederek bakıyorum. Arkada dev Haydarpaşa, çevrede deniz, yukarda gökyüzü ve önümüzde tablo gibi manzara… Ben nerdeyim? Rüyada mıyım, ayık mıyım?  Sanki araftayım…

 

 

 

BOĞAZI GEÇİYORUZ

 

Geride bıraktığımız kıyıdan uzaklaştıkça karşı kıyı yaklaşıyor… Giderek büyüyor… Aman Allahım… Burası ayrı bir dünya... Bir tablo gibi …  Sağda solda;  mavi, yeşil, lacivert, siyah, köpüklü alabildiğine uzanan deniz… Kulağımda çınlayan motor sesleri…

Sol tarafta yeşillikle içinde kuleler, camiler ve onlarca minare… Minarelere takılmış tanıdık birkaç bulut… Sarayburnu olmalı…

 

Yüksek binalar ve yollarda vızır vızır arabalar… Aa… Bir köprü… Bunu kitaplardan, filmlerden ve resimlerden biliyorum… Galata köprüsü! Ne kadar uzun, kalabalık ve ne kadar güzel… Aklıma balık tutanlar ve köprüaltı çocukları geliyor… Arkada şehrin gökyüzü ile birleştiği çizgide, göğe tırmanan cami kubbeleri ve minareler görüyorum…

 

Sağ tarafta (Tophane)  yamaçta yeşil bir zemine çiçeklerle yazılan günün tarihi 28 Ekim 1964…Çok hoş ve etkileyici… Acaba İstanbul bana “Hoş geldin!” mi diyor…

 

Bir yanda Topkapı Sarayı ve camiler… Diğer yanda Galata Kulesi, yüksek binalar… Arada Haliç ve köprü…  Köprünün her iki yanında siyah dumanlar çıkaran vapurlar… Tablo içinde durmadan hareket eden deniz, insanlar ve arabalar… Bir tablo, bir suluboya resim… Ama hareketli, canlı, pırıl pırıl, kıpır kıpır…

 

 

Karaköy İskelesi belirginleşiyor… Sallana sallana yanaşıyoruz… Aynı telaş ve acele ile ellerimizde bavullar çıkıyoruz vapurdan…

 

 

 

TAKSİDEYİZ

 

Dışarıda değişik renklerde bekleyen taksiler var… Hemen dikkatimi çeken parlak metal tamponlar, yuvarlak farlar… Bunların efsanevi 1956 ya da 1957 model Şevrole olduğunu, gelmiş geçmiş en güzel, en sağlam ve kullanışlı taksi modelleri sayıldığını sonradan öğreneceğim.

 

Şoförlerin hemen hepsi tanıdık gibi… Ben bunları Ayhan Işık’lı, Belgin Doruk’lu filmlerden tanıyorum… Çoğu orta yaşlı, hafif göbekli, ince bıyıklı, taranmış saçlı, muntazam yüzlü, temiz giyimli süratli ve kesik kesik tipik İstanbul Türkçesi ile konuşan insanlar… (Şoförlüğün gerçek bir meslek olduğu günler.) Deneyimli öğrencilerin aracılığı ile şoföre gidilecek yeri iyice tarif etmeler, yapılan sıkı pazarlıklar… Gariban öğrenci edebiyatı.

 

Açılan bagaja şoförün de yardımı ile bavullarımızı yerleştiriyoruz, sonra tıkış tıkış arabaya biniyoruz. Önde şoförün yanında iki kişi, arkada üç kişi… Koltuklar kalın ve saydam bir naylonla kaplı. Elimle çaktırmadan yokluyorum.

 

Şoför radyoyu açıyor… İnanılmaz bir şey… Son derece net bir radyo yayını…Nerde bizim oradaki radyolar… İstanbul Radyosunu yerinde dinlemenin zevkini yaşıyorum… Çok etkileniyorum… Kalacağımız pansiyonun bulunduğu Osmanbey’e doğru yola çıkıyoruz… İşte büyük şehir budur…”