13 Temmuz 2011 Çarşamba

BİR ZAMANLAR İLETİŞİM DÜNYAMIZ: RADYO, GAZETE, DERGİ



BİR ZAMANLAR İLETİŞİM DÜNYAMIZ:   RADYO, GAZETE, DERGİ, KİTAP…




Yurttan ve dünyadan haber almanın oldukça sınırlı ve güç olduğu 1950 ve 1960’larda, Diyarbakır’da da insanlar için en önemli bilgi ve haber kaynağı;  radyo, gazete, dergi ve kitaplardı.

O zamanlar radyo, her evde bulunmayan, müzik ağırlıklı yayınlarla birlikte, daha çok haber  (Ajans)  dinlemek için kullanılan, özel bir itina ile saklanan değeri büyük  bir haber kaynağıydı.

Gazeteye gelince, Osmanlı döneminden beri yerel gazeteler yönünden zengin olan ve bu geleneği sürekli yaşatan Diyarbakır’da, İstanbul ve Ankara’da çıkan ulusal gazeteler uzun yıllar birkaç gün gecikmeyle  veya birkaç günlük sayılar halinde satışa sunulurdu. Daha sonraları, Adana gibi merkezlerde bölgesel basımın gerçekleşmesiyle  kara yoluyla günlük gazete elimize ulaşır oldu.

Kitap sağlamak yönünden Diyarbakır oldukça şanslıydı; hem ulaşabileceğimiz birçok kitapçı, hem de herkese ve her keseye uygun ikinci el kitapların satıldığı bir kitap pazarımız vardı.



YAŞASIN, RADYOMUZ VAR!

Radyo sahibi olmanın bir ayrıcalık ve övünç kaynağı olduğu o dönemde evimizde, daha 1951’den beri bir radyomuz oluğu için çok şanslıydık. O yıl bize ve amcamlara alınan, ceviz ağacından açık sarı renkli mobilyası, hasır desenli sarı kumaştan ön cephesi, kenarları tırtıklı kocaman dört düğmesi, dünyanın önemli merkezlerinin adının yazdığı cam arama paneli, istasyon aramak için hareket ettirilen ucu tüylü çubuk göstergesi ve içinde yavaş yavaş ısınan kocaman lambaları ile radyomuz, inanılmaz bir aletti. Ön tarafında yazan ‘Philips’ markasının ‘Filips’ olarak okunması gerektiğini bir süre sonra öğrensek de hala bu markayı her görüşümde ‘Philips’in yani  ‘Pihilipis’ olarak okumaktan nostaljik bir zevk alırım.

Bu radyo şimdi tarihi ve sosyal görevini tamamlamış bir halde kızım Yasemin’in evinde babaanne hatırası olarak yanı başındaki büyük plazma televizyona ve çevresindeki değişik müzik aletlerine şaşkın şaşkın bakıyor, muhtemelen eski günlerini  anarak, ‘Ne günlere kaldık!’ diyordur.

Radyo, evde çocukların ulaşamayacağı yüksek bir yerde özel işlemeli örtüsünün altında saklanır, ancak büyüklerin izni ile özellikle  haber vaktinde açılır, bitince de genellikle  kapatılırdı. Önemli haberler ve futbol maçı sonuçları için inatla en geç haber saati olan 22.45 beklenir, daha sonra gözler huzurlu bir şekilde hemen uykuya teslim olurdu.

Radyo ile ilgili bu protokolun  önemli istisnası “Futbol Maçları” veya “Güreş Müsabakaları” idi. Özellikle ailemizin takımı olan Galatasaray’ın maçlarını kaçmazdık. Maçlar gündüz oynanmasına rağmen radyodan takip edilir, gol atıldığı zaman sevinç çığlığı duyulurdu. Milli maç veya yabancı takımlarla yapılan maçlar radyodan verilecekse gece yarılarına kadar beklenir, heyecanla takip edilir, genellikle de iyi oynamaya rağmen hakem veya şansızlık nedeniyle kaybedilen maça üzülmekten başka bir şey yapılamazdı. Spor haberleri muhabiri Kemal Deniz’in ‘Ve Şimdi Spor’ anonsu ve hareketli müziği ile başlayan programı çok beğenilirdi. Güreş müsabakaları ise özelikle Eşref Şefik’in anlatımı ile tam bir mutlulukla izlenir, galibiyetten zaten şüphe yok, geciken veya kaçan tuşa hayıflanılırdı.

Bayram sabahı erken saatlerden itibaren en güzel türkülerle başlayan ‘Bayram Programı’, babam da beninsediği için, ailece büyük bir zevkle takip edilirdi. Özellikle Muzaffer Sarısözen’in yönetiminde halk müziği sanatçıları ile Nezahat Bayram, Muazzez Türünk, Bedia Akartürk, Abdullah Yüce, Nurettin Dadaloğlu, Ahmet Sezgin gibi sanatçılar programları ile bayram sevincine katkıda bulunur, bayrama uygun skeç ve konuşmalarla radyo yayını gün boyu devam edip giderdi. Kısacası radyomuz, birkaç günlük bayram boyunca, neredeyse bütün bir yıl yaptığı müzik yayını kadar yorulurdu.



CELAL ŞAHİN, MUAMMER KARACA, ORHAN BORAN

50’li yılların başında, o günlerin tanınmış sanatçısı olan Celal Şahin’in programı çok beğenilirdi. Hatırladığım kadarıyla Amerika’dan yeni dönen olan Celal Şahin, radyo programları ve çaldığı akordeonu ile o günlerin en bilinen sanatçısıydı. Özellikle hayatımıza yeni giren ışıklı trafik lambaları ile ilgili ‘ Yeşil yandı geç, kırmızı yandı geçme, oy hanım teyze’ tekerlemesi ve milletvekili taklidi çok seviliyordu.

Daha sonraki yıllar telefonda ‘Alo’  sesine,  Alo Akfil’ diyene ödül veren Muammer Karaca’nın, radyo programlarının sonunda ‘Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperem, ortancalara bir şey yoh’  demesi de herkes tarafından beğeniliyordu.

Nihayet büyük usta Orhan Boran ve onun yarattığı Yuki, yıllarca güncelliğini ve sevimliliğini yitirmeden evlerimize konuk oldu. Yuki’nin sesi çoğumuz tarafından taklit edildi, özellikle Yuki’nin uzun ‘Tabiiiiii…’ deyişi günlük konuşmalarımıza bile girdi.

Müzik alanında Secaattin Tanyerli’nin Papatya Gibisin, Sevdim Bir Genç Kadını, Sana Neden Gönül Verdim gibi Türkçe tangoları çok başarılı uyarlamalardı.  

“Papatya gibisin taze ve ince
  Eziliyor ruhum seni görünce”

dizeleri, bütün gençlerin dilindeydi. Türkçe tango programları radyolarda uzun yıllar devam etti, sonra sessiz sedasız arşivin yolunu tuttu.



TARİHTEN BİR YAPRAK

Radyoda akşam haberlerinden sonra Feridun Fazıl Tülbentci’nin, kalın ve etkileyici sesiyle ve bazı hecelere yaptığı vurguyla sunduğu ‘Tarihten Bir Yaprak’  programı, ailece dikkat ve coşkuyla dinlenirdi. Anlatılan tarihi hikaye ve olayları dinerken gözümüzün önüne okuduğumuz kitaplar ve izlediğimiz filmlerdeki Osmanlı askerleri, yeniçeriler, mehter takımı, Allah Allah sesleri,  heybetli padişah ve sadrazamlar canlanır, zaferlere sevinir, yenilgilere üzülürdük.

Öğleden sonraları ‘Radyo Gazetesi’ programında haberler ağır ağır okunur, bu şekilde muhtemelen haber yazımı hedeflendi.

Pazar günleri öğle saatlerinde Rıdvan Çongur’un hazırladığı ‘ Mikrofonda Tiyatro’,    ailelerin en sevdiği programlardandı. Radyodan, haberler dışında çok hoşlanmayan babam bile bu programı kaçırmazdı.  Usta sanatçıların kusursuz sesleriyle rol aldığı bu skeçlerde anlatılan olaylarla ilgili yorum yapılır, en sonunda da genellikle olaylar sürpriz bir şekilde sonuçlanırdı. Aynı şekilde Arkası Yarın programı, özellikle kadınların gün içinde kaçırmadığı programlardandı.

Yine radyonun favori programlarından biri Yıldız Kenter, Şükran Güngör, Tevfik Gelenbe’nin rol aldığı skeçlerdi. Özellikle Arap Dadı’nın konuşması çocuklar tarafından sıkça taklit edilecek kadar benimsenmişti.



ASRIN MAHKEMELERİ,  YASSIADA MAHKEMELERİ

27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra ‘Yassıada Mahkemeleri’nin radyodan devamlı olarak verilmesi radyonun önemini artırmıştı. Önce ilgi, sonra da bıkkınlık ve üzüntü ile izlediğimiz radyo yayını başladığında, gözümüzün önüne gazetelerden tanıdığımız mahkeme salonu ve sabık ve sakıt tutuklular gelirdi.  Mahkeme başkanı Salim Başol’un ‘Sanıklar elleri bağlı olmayarak yerlerine alındılar’ ifadesini artık herkes ezberlemişti.



“TALAT’IN ÜÇ BUÇUK ADAMI”

1960 ihtilali sonrası 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde yaşanan iki darbe girişimi sırasında da radyo en önemli haber kaynağı idi. Ankara’dan, olaylardan çok uzakta yaşayan bizler için gelişmeleri izlemek dışında yapacak bir şey de yoktu. Lise öğrencisi olduğum o olaylar sırasında, endişe içinde radyoyu takip ettiğimizi ve İsmet İnönü gibi bir devlet adamına sahip olduğumuz için şanslı sayılm       amız gerektiği yorumlarının yapıldığını anımsıyorum. Onun, radyodan duyulan ‘Talat’ın üç buçuk adamı’ sözü hem olaylara damgasını vuruyor hem de girişimin sonucunu gösteriyordu.



KIBRIS’A MÜDAHALE

1964 yılında birden bire patlayan Kıbrıs olaylarında da radyo iletişim görevini yapmıştı.  Sabah haberlerinde normal yayının kesilip Türk ordusunun Kıbrıs’a müdahele ettiğini, Türk jetlerinin Rum mevzilerini bombaladığını, Cengiz Topel isimli pilotumuzun ise önce esir, sonra da şehit edildiğini duyduğumuzda gençlik coşkusuyla hüngür hüngür ağladığımı anımsıyorum.





RADYO’DA POLİTİK KONUŞMALAR

1965 yılında yapılan genel seçimlerde değişik görüşlere sahip siyasi parti sözcülerinin seçim konuşmaları 1961 Anayasası’nın sağladığı ortamda toplumda tam bir deprem etkisi yapıyordu.
Özellikle Türkiye İşçi Partisi’nden Mehmet Ali Aybar ve Çetin Altan’ın etkili konuşmaları ve ‘İşçiler, köylüler, marabalar…’ sözü, büyük bir şaşkınlık ve ilgi yaratıyordu.

Milletvekili seçim sonuçlarının izlenmesinde de radyo vazgeçilmez iletişim aracıydı. Partilerin aldığı oy sayısı, gecenin geç saatlerine kadar heyecanla takip edilir, sayılar kağıtlara yazılır, sonra da olumlu ya da olumsuz yorumlar yapılır, ince hesaplarla milletvekili sayıları hesaplanırdı. Ertesi günkü gazeteler sabırsızlıkla beklenir, her türlü yorum dikkatlice okunurdu. Genellikle seçim sonuçların tam olarak alınması birkaç günü bulurdu.



‘BURASI MOSKOVA RADYOSU’  VE  ‘AMERİKA’NIN SESİ RADYOSU’

O yıllarda teknik nedenlerden ötürü, radyo yayınlarını her zaman kaliteli şekilde dinlemek olanağı yoktu. Zaman zaman yayın tamamen kesiliyor, duyulmayacak kadar azalıyor, sonra tekrar artıyor ya da parazit nedeniyle anlaşılmaz oluyordu. Buna rağmen genellikle uzun,  bazan de orta dalga yayın yapan istasyonları dinleme şansımız vardı. Kısa dalga yayınlarını ise dinlememiz mümkün değildi. Radyomuzun şehir isimleri yazan sarı renkli uzun cam arama panelinde, Ankara uzun dalga ( 5. dalga) 1650’de oldukça net çıkıyordu. İstanbul Radyosu yayını ise en iyi orta dalgadan (4.dalga)  430 üzerinden dinlenebiliyordu.

Uzun dalgadan yayın yapan Moskova Radyosu’nu bazen yakalayabiliyor ve büyük bir merakla dinliyorduk. Anımsadığım kadarıyla akşam 20.00 sıralarında yayın başlıyor, dilbilgisi bakımından doğru, ancak aksan bakımından vurgulu konuşan bayan spiker, monoton bir sesle ‘Burası Moskova Radyosu’ diyerek yayına giriyor, genellikle Sovyetler Birliği’ndeki büyük gelişmelerden, işçi ve köylülerin çalıştığı yerlerdeki mutluluğundan bahsediyordu. Kulaktan kulağa yurt dışındaki koministlerin Doğu Almanya’da ‘Bizim Radyo’ diye bir radyodan yayın yaptığı ve başında da Zeki Baştımar isimli birinin olduğu söyleniyordu.

Radyodan yine arada bir dinleyebildiğimiz daha kaliteli bir diğer yayın ‘Amerika’nın Sesi’ydi. O da akşam saatlerinde yayın yapıyor, düzgün Türkçesi ile muhtemelen Türk olan spikerin aksansız; ‘This is the voice of America’ ve ‘The VOA  in Broadcast is in Turkish’ cümlesiyle yayına başlıyordu.  Tabii ki burada da Amerika yanlısı yayınlar ve Türk Amerikan dostluğu ile ilgili olumlu şeyler söyleniyordu.

Soğuk savaşın alabildiğine devam ettiği o yıllarda ilerde neler olabileceğini kimse tahmin bile edemezdi.



GAZETELER

1950’li ve 1960’lı yıllarda Diyarbakır’da kesintisiz yayınını sürdüren birçok yerel gazetenin yanı sıra ulusal gazetelere de günlük olmasa bile ulaşmak mümkündü.

Diyarbakır, Osmanlı döneminden beri bölgenin kültür merkezi olması nedeniyle yerel basın yönünden zengin bir geçmişe sahipti.  1869’ da basılan ilk özel gazete olan Diyarbekir  (1937 den sonra Diyarbakır) aslında, 1865 de Ruscuk’ta Mithat Paşa’nın desteğiyle basılan Tuna Gazetesi’nden sonra Anadolu’da basılan ilk Türk gazetesiydi. 

Daha sonra; 1909 da Peyman, 1910 da Dicle, 1913’ te Mücahit ve Cumhuriyet yıllarında  Halkın Sesi  (1927) gazeteleri yayın hayatına girdi. Özellikle Ziya Gökalp’in de yazarları arasında olduğu Peyman, basın tarihinde özel bir yere sahiptir. Peyman’ da Türkçe’nin yanı sıra, Ermenice, Süryanice, Arapça, Kürtçe haber, yazı ve özel sayfalar yer alıyordu.  1922 deki Ziya Gökalp’in kısa süreli Küçük Mecmua’sından sonra yakın zamanın ilk yerel gazetesi 1951 de basılan Şark Postası oldu. O tarihten itibaren günümüze kadar devam eden süreçte çoğu zamanla kapanan bir kısmı ise hala yayınını sürdüren 20 ye yakın yerel gazete yayın hayatına atıldı.
                             
Kara yolu ile gönderildiği için gecikerek elimize ulaşan veya uçak seferlerinden sonra haftada iki üç gün toplu halde gelen ulusal gazeteler, her şeye rağmen yine de en önemli güncel haber kaynağıydı. Belediye’nin karşısındaki kırtasiyeci Selahattin Ege, önce Belediye önü sonra Dörtyol’daki Hakkı Sönmez ve Dağ Kapıdaki Doşo en önemli en gazete bayileriydi.

Evimizin gazetesi olan önce Dünya ve 1960 tan sonra Milliyet dışında da birçok gazetenin önemli yazarlarından haberdardık. Refi Cevat Ulunay,   Kadircan Kaflı, Ahmet Kabaklı, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Şükrü Esmer, Burhan Felek, Abdi İpekçi, Nadir Nadi, Ömer Sami Coşar, Necmi Onur, Hikmet Feridun Es, Çetin Altan bildiğimiz yazarlardı.

Refi Cevat Ulunay’ın İttihat ve Terakki Partisi ile ilgili olumlu yorumlar içeren bir kitabını  okuduğumda, onun yurt dışına sürgüne ittihatçı olduğu için gönderildiğini ancak yıllar sonra  yurda döndüğünü henüz bilmiyordum.

Tercüman’da yazan Kadircan Kaflı ve Ahmet Kabaklı, CHP karşıtı medyanın önemli kalemleriydi. Falih Rıfkı Atay, Dünya gazetesinin başyazarıydı, yazdıkları tam bize göre şeylerdi. Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek’in pazar günleri bir kahvehanenin müdavimlerinden oluşan kahramanlarını konu alan yazıları da zevkle okunuyordu.

Çetin Altan bizim için bir kahramandı, yazılarını kesiyor ve saklıyorduk. Çetin Altan’ın ta o yıllardan beri söylediği ‘Köy verandaları ve köy kahvelerinde kağıt oynayacak kadınlar’ ile ‘Enseyi karartmayın, ilerde her şey daha iyi olacak’ sözleri, bizde hala beklediğimiz güzel bir geleceğin habercisi  olarak coşku yaratıyordu.

Abdi İpekçi ölümüne kadar okuduğumuz bir bilge gazeteciydi. Milliyet Gazetesi’nin bağımlısı olarak başyazılarını okuyor, kitaplarını alıyorduk.  Ömer Sami Coşar, Necmi Onur, Fikret Otyam ilginç röportajları ile okuyucuları kendilerine bağlıyordu. Gazeteci Sadun Boro’nun Kısmet’iyle 1965 yılında çıktığı dünya turu hepimizi geziye katılmışcasına heyecanlandırıyordu.

Gazetelerin spor sayfaları ise çocukların ve gençlerin sporla tek bağlantısıydı. Türkiye Futbol Ligi’nin kurulduğu 1958’e kadar özellikle İstanbul Amatör Futbol Ligi maçlarını gazetelerden merak ve ilgi ile izleyebiliyorduk. O tarihten sonra ise üç büyük takımdan birinin taraftarı olarak İstanbul’dan, sevdiğimiz futbolculardan çok uzaklarda, onlardan habersiz kendi küçük dünyamızda büyük bir içtenlikle sevinip üzülüyorduk. Diğer spor dallarıyla ilgili haberleri gecikerek de olsa yine gazetelerden alıyor, yapılan yorumlara bizler de yorum katıyorduk.

50’li yılların sonuna doğru gazetelerdeki önemli bir ölüm haberi günlerce konuşulmuştu. O dönemlerin tanınmış iş adamı Necip Akar, 1957 yılında Marmara Denizi’nde bir kayığın devrilmesi sonucu boğularak ölmüştü. Geride o günlerin, Gripin (grip ilacı),   Radyolin (diş macunu),  Puro (el sabunu),  Fay (temizleme tozu)  gibi çok bilinen ticari markalarını geride bırakan bu ölüm, kamuoyunda büyük bir üzüntü yaratmıştı.

1958 yılında ise Üsküdar Vapuru’nun içindeki öğrencilerle İzmit Körfezi’nde batması tam bir felaketti (1 Mart 1958). Bu olay bütün toplumda inanılmaz bir üzüntüye neden olmuştu.  O günkü gazetelerde batan gemiden kurtulan ve yüzerek kıyıya çıkan milli yüzücü Yılmaz Özüak’ın ismini okuduğumu ve bunu hayret ve takdirle karşıladığımı iyi anımsıyorum.

1961 yılında İtalya’nın Palermo takımına transfer olan Galatasaraylı Metin Oktay ile ilgili bir karikatür de, anılarımdan hiç silinmedi. İlk maçında attığı iki gol nedeniyle  La Gazetta Della Sporta’ isimli gazetedeki yoruma yer veren Milliyet Gazetesi, Türk Sporunu yaşlı bir kişi, gözlerinden süzülen iki damla gözyaşını da, Metin Oktay adı ile sembolize etmişti.



HAYAT DERGİSİ

Haftalık ‘Hayat  Dergisi’ o yılların en önemli aktüalite dergisiydi. Sarımsı parlak kağıtlara tifdruk baskılı derginin başyazısı, rahmetli Şevket Rado’ya aitti (1913-1988). Şevket Rado’nun unutamadığım ‘Eşref  Saat’ isimli yazısını, o yaşlarda isimden saat olur mu diye merak ederek ilgiyle okuduğumu anımsıyorum.

Hayat Dergi’sinin orta sayfasındaki değişik konulardaki resimler, yıllarca evimizin duvarında ve kütüphanemizde o günlerin ölümsüz tanığı olarak yer aldı. Orta sayfadaki kutsal emanetleri, tanınmış ressamlarımızın manzara ve natürmortlarını, İstanbul’un tarihi yapılarını, önemli kişilerin portrelerini hala büyük bir zevk ve inatla saklamaktayız.

Ses Dergisi,  Hayat Dergisi’ne benzeyen daha hafif, popüler yanı ağır basan bir yayın organıydı. Kapak resimleri o dönemin tanınmış sanatçılarına aitti. Ses Dergisi özellikle düzenlediği yarışmalar ve sanat dünyamıza kazandırdığı sanatçılarla önemli hizmetler veriyordu.

Dönemin mizah dünyasında Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı Akbaba dergisi en önemli yayın organıydı. 60’lı yıllarda bir süre yayınlanan Aziz Nesin’in Zübük dergisi bizim favorimizdi. Her sayısını ilgi ile izliyor, biriktiriyor, arada bir küçük yarışmalara katılıyorduk.



VARLIK, YEDİTEPE, ÇAĞRI

Sanat dergisi olarak Varlık, Yeditepe, Hisar, Çağrı anımsayabildiğim dergilerdi. Büyük boy bir dergi olan Varlık, yalnız o dönemin değil cumhuriyet tarihinin en önemli sanat dergisi olarak hizmet veriyordu. Varlık’ın yazılarını okumaya, anlamaya, onlara benzer bir şeyler yazmaya çalışıyorduk. Varlık Yayınları ise, bizden önceki dönemde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından basılan klasiklerle beraber okuma hayatımızın asıl kaynağını oluşturuyordu. Önceleri 75 daha sonra 80 ve 100 kuruş olan varlık yayınlarını ya yeni alıyor veya ikinci el olarak kitap pazarından sağlıyorduk.

Sanat dergileri içinde Fevzi Halıcı’nın Konya’da çıkardığı Çağrı’nın benim için ayrı bir yeri vardı. Bu derginin 1962 yılında yayınladığı ‘Çağrıda Yeniler’ isimli şiir kitabında kabul edilerek basılan ‘Ya Kayarsa Ayağım’ isimli çocuk şiirim, hayatımın ilk ve tek basılı şiiri olarak bana, bu güne kadar devam eden bir gurur veriyordu.

O yılların en önemli magazin dergilerinden biri Yelpaze, diğeri de Pazar’dı. Yelpaze, daha çok kadınların okuduğu kaliteli bir kadın ve moda dergisiydi. Öte yandan açık saçık kadın fotoğrafları nedeni ile bizlerden uzak olan ve evlerimize girmeyen Pazar ‘ın gençler arasındaki adı ‘Asker Dergisi’ydi.



PAZARYERİ

Her pazar günü, ilk Osmanlı valisi olan Bıyıklı Mehmet Paşa’nın (1516-1520) yaptırdığı Kurşunlu Cami’nin (Fatih Paşa Camisi) arka tarafındaki geniş alanda kurulan pazaryeri,  Diyarbakırlıların hayatında çok önemli bir yeri vardı. Pazaryeri, erken saatlerden itibaren tıklım tıklım dolan, hemen hemen her şeyin alınıp satıldığı bir alandı. Özellikle kitaba, antikaya, el yapımı ürünlere ve güvercine meraklı her kesimden insanın bir araya geldiği,  görüştüğü ve alış veriş yaptığı, adeta bir buluşma yeriydi.

Pazaryerinde eski ev eşyası,  mutfak eşyası, eski giysi ve ayakkabı, alçıdan boyanmış hayvan heykelcikleri (özellikle güvercin), üzerlik, elle yapılmış ve boyanmış şahmaran resimleri, kafesler, edebi kitaplar, ikinci el ders kitapları ve güvercinler alınıp satılırdı. Pazaryerinin bazı bölümleri satılan mallara göre farklılık gösteriyordu. Özellikle güvercin alıp satanların yeri değişmez olarak pazaryerinin batı yönündeki Kurşunlu Cami’ye yakın olan duvarın dibiydi. Cambaz denen profesyonel satıcılar tarafından satılan cins güvercinler görücüye çıkar, deneme için uçurulan güvercinlerin havada dönüşleri, takla atışları ve tekrar dönüşleri ilgi ile izlenirdi. O dönemlerde henüz şehir içinde çok katlı yapılanma olmadığı için, evlerinde güvercin besleyen çok insan vardı. Toprak damlardan uçurulan güvercinlerin seyri, bu işle profesyonel veya amatör olarak uğraşanlara yeteri kadar zevk veriyordu.

Satıcılar, ya devamlı meslek olarak bu işi yapar veya amatör olarak arada bir uygun gördükleri şeyleri getirip satarlardı. Alıcılar önce pazaryerini genel olarak dolaşır, sonra ilgi duydukları yere gelip alış veriş yapardı. Ben bile bir defasında annemin fazladan ördüğü yün çorap ve eldivenleri büyük bir heyecanla sattığımı ve o parayla anneme el yapımı mutfak bıçağı aldığımı anımsıyorum. Henüz fabrikasyon bıçakların kolay bulunmadığı o günlerde el yapımı bıçaklar mutfakta kadınların işlerine çok yarayan gereçlerden biriydi.



PAZARDA  BİR  MUCİZE :  TÜKENMEZ KALEM !

Bizlerin tükenmez kalemle tanışması da, o pazar yerinin bir tezgahında olmuştu. Satıcının  yerdeki kağıtlar üzerine yaydığı, mavi renkli, altı yüzeyli, uzun, kapaklı kalemlere şaşkın şaşkın bakan bizlere, biraz bilgiç, biraz da ukalaca; “Bunlara tükenmez kalem diyorlar. Mürekkep doldurmaya gerek yok, yaz yaz bitmez. İstanbul’dan getirdim” demesinden hiç rahatsız olmadan bu yeni icadı denemiş, fiyatına bakmadan satın almıştık. Aynı yılın Şubat ayında İstanbul’da yüksek öğrenim gören abimin, sömestr tatilinde getirdiği tükenmez kalemlere hem sevinmiş hem de bu yeni icattan haberdar olduğumuzu söyleyip hava atmıştık.



VARSA YOKSA KİTAP

Pazarda beni en çok ilgilendiren, birçok kitabın rahatlıkla bulunabileceği ve alınabileceği kitap bölümüydü. Çünkü, kitap okuma alışkanlığı başlayınca, kitap bulmak ve okumak ihtiyacı iflah olmaz bir hastalık haline geliyordu. Bu konuda isteyene ilaç hazırdı. Fatih Paşa Mahallesi,  Kurşunlu Cami yakınındaki  Pazaryeri’ bu işin merkeziydi.

Yerlere yayılan kağıtların üzerine her türlü kitap; çoğu okunmuş ikinci el roman, şiir ve hikaye kitapları, batı edebiyatından çeviri tiyatro eserleri ya da değişik yayınevlerinin yayınladığı sanat ve tarih dergileri konurdu. Beğendiğim kitapları sıkı bir pazarlıktan sonra alır, büyük bir heyecanla eve getirir, okuduktan sonra da kütüphaneye koyardım. Bu dönemde satmaya hiç kitap götürmemenin gururunu hala yaşarım.

Bazı kitaplar ya hiç okunmamış ya da okunmasına rağmen çok iyi durumda olurdu. Bazılarında ise, ilk alanın adının ve aldığı tarihin kitabın ilk sayfasında bulunması, beni aynı alışkanlığa devam edecek kadar etkilemişti. Bugün hala aldığım her yeni kitaba isim ve tarih yazmamda o günlerin etkisi olduğuna inanıyorum.

Aldığım kitaplar içinde Milli Eğitim Bakanlığı Klasikleri, Rus ve Fransız Klasikleri, yerli veya yabancı yazarlara ait romanlar, tiyatro eserleri, küçük boy tarihi kitaplar, şiir kitapları, değişik konularda basılmış kitaplar, hatta harf devrimi sırasında yeni yazının öğretilmesi için basılmış kitaplar bile vardı. Özellikle küçük boy Varlık Yayınları benim için çok önemliydi. Bu yayınların çoğunu ikinci el, bazılarını tek tek veya toptan birinci el olarak alırdım. Yeni kitap için en sık başvurduğumuz yer Ulu Cami karşısındaki “Kısmet Kitabevi” idi. Toptan alımlarda kitap başına beş veya on kuruş indirim benim için çok önemliydi..



BÜTÜN DÜNYA VE DALE CARNEGİE

O dönemin güncel kitapları arasında genel kültür bakımından önemli yayın olan Bütün Dünya’nın özel bir yeri vardı. Bütün Dünya, tercüme edilmiş bir Amerikan yayınıydı. Her konuda değerli bilgiler, edebi yazılar, ansiklopedik notlar vardı. Bizim için sanki Amerika’yı görmemizi sağlayan bir gözlem aracı gibiydi.          

Bir kişisel gelişim uzmanı olan Dale Carnegie’nin kitapları da modaydı. ‘Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı’, ‘Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak’ gibi güzel ve etkileyici  bir dille yazılmış kitapları bütün dünyada çok tutunuyordu. Daha sonra Amerika’da kurulan Dale Carnegie  Enstitüsü, bu alandaki çalışmalarını  hala sürdürüyor.

Pazaryerinde okul döneminin başında, kullanılmış orta öğretim ders kitapları alım satımı da yapılıyordu. Öğrencilerin, bu tip kitapları sıkça değişmediği ya da büyük değişiklik olmadığı için kullanmaları mümkündü.

O yıllarda birçok  afiş ve edebiyat yayınının  kapağında bulunan dönemim ünlü grafikerleri   İhap Hulusi ile Münif Fehim’in  özgün çizgileri zamanla değeri artan birer sanat eseri gibiydi.



KİTAP ONARIMI BİZİM İŞİMİZ

Kitapların çoğu, küçük harflerle yazılı kaliteli olmayan 3. hamur kağıda basılmış eserlerdi. Kitap kapakları yırtık veya sökük ise bunları büyük bir dikkatle yapıştırmak ya da ciltlemek gerekiyordu.

Elimizde doğru dürüst yapıştırıcı olmadığı için, aktardan aldığımız sarı renkli, iri damlacıklar halindeki zamkı suya koyar, eritir, sonra da sayfaları veya kapağı yapıştırmak için kullanırdık.

Ciltleme için  ‘Çiriş’ denen sarı bir toz kullanılırdı. Bu tozu da suda eritir, temiz bir beze sürer, kitabın üst ve alt kapağını iki, üç parmak geçecek şekilde bezle sarar sonra da sıkıca yapışması için üzerine bir ağırlık bırakır, sabaha kadar bekletirdik.

Yıllar sonra çıkan  Uhu’ marka yapıştırıcı bizim için inanılmaz bir icattı; temiz, basit ve etkiliydi.

Sanırım 70’li yılların başında o pazaryeri dağıtıldı, boş araziye yanındaki tarihi Kurşunlu Camiye yakışmayan çirkin binalar ve bir sağlık ocağı yapıldı. Yıllar sonra gittiğim o eski pazaryerinin yakınındaki sokak aralarında sadece eski giyim eşyalarının satıldığını görmek dolu dolu yaşanan bir kültür döneminin artık geçmişte kaldığını gösteriyordu.



OKUMA  SEVGİSİ

İşin doğrusu, şimdiki gibi internet ve televizyonun olmaması bir yana gazeteye ulaşmanın bile sınırlı olduğu o dönemde bilgi edinmenin önemli yolu da kitap okumaktan geçerdi. Birçok evde özellikle kış geceleri gençlerin hikaye ve roman okumasıyla ev halkının topluca dinleme alışkanlığı vardı. Okunan kitaplarda sıra, önce dini hikayelerden başlar, zamanla basit polisiye romanlarına, daha sonra yerli ve en sonunda yabancı edebi eserlere uzanırdı.



HAZRETİ ALİ’NİN CENKLERİ

Bizim evde de aynı sıra izlendi. 1901 doğumlu rahmetli babam, birinci dünya savaşı nedeni ile Sultani İdadi’nin 1. sınıfından ayrılmak zorunda kalmış, ancak okumadan ömür boyu kopmamıştı. Çocukluk günlerimizde özellikle kış aylarında her gece evimizde kitap okunurdu. Hazreti Ali’nin, Hazreti Hamza’nın Cenkleri, Zaloğlu Rüstem, Ebu Müslim-i Horasani’nin hayatı, Battal Gazi gibi kitaplarla başlayan okuma alışkanlığı iflah olmaz bir hastalık gibi ilerliyordu. Özellikle Hz Ali ve Hz. Hamza’nın cenkleri okunurken kafirlerle karşı karşıya gelen kahraman için dua okunur, kafirin bir vuruşta kafası kesilince de derinden bir ‘Ohh’ çekilirdi. Hepimiz Hz. Ali’nin çatal uçlu kılıcı ‘Zülfikar’ ve atı ‘Düldül’ü görsek tanıyacak kadar bilirdik. Hikaye okunurken gözümüzün önünde çöller, vahalar, hurma ağaçları, o çağlara göre giyinmiş başları miğferli savaşçı atlılar, etrafı surlarla kaplı büyük bir demir kapısı bulunan kentler canlanırdı. Yıllar sonra Van ile Hakkari arasında yer alan Hoşaf Kalesi’nin muhteşem kapısını gördüğümde hayallerimin ne kadar gerçeğe yakın olduğunu gördüğümde sevinmiştim. Hikayelerde, iki ordu karşılaştığı zaman önce her iki tarafın en yiğit askerleri kılıç, kalkan ve gürzleri ile karşılıklı dövüşür, en sonunda iki ordu birbirine girerdi. Neyse ki sonunda İslam orduları hep galip gelirdi.



ŞERLOK HOLMES, NAT PİNKERTON, CİNGÖZ RECAİ

Bir süre sonra  Şerlok Holmes, Nat Pinkerton, Cingöz Recai gibi 16 sayfalık kısa macera kitapçıklarına sıra geldi. Nat Pinkerton ve Şerlok  Holmes’in maceralarını ilgiyle izliyor, suçlunun kim olduğu konusunda yorumlar yapıyor, en sonunda hikaye kahramanının ince zekası ile sorunu çözmesini hayranlıkla karşılıyorduk.

Peyami Safa’nın, Servet Bedi takma adıyla yarattığı kahraman Cingöz Recai, bizden biriydi. Cin gibi zekası ile hem kendini saklamasını biliyor hem de yapacağı soygunları kurnazca gerçekleştiriyordu. 

Çocuklar ve gençler;  Arı Maya, Kon Tiki, Define Adası, Don Kişot, Robison Kruzoe, Julne Verne’in kitapları gibi, klasik çocuk ve macera romanlarını ilgi ile okurken, genç kızlar hayatlarının en romantik çağında Kerime Nadir, Muazzez Tahsin Berkant’ın eserleri ile uykusuz geceler geçiriyordu. Julne Verne’in kitapları hem hayal dünyamızı zorluyor hem de sürükleyici maceraları ile bizi kendisine bağlıyordu. Bu kitaplardaki karakalemle çizilen resimler ayrı bir ilgi kaynağıydı. Romanda geçen bir olay ya da kahraman ara sayfalarda açık- koyu renkli, uzun- kısa çizgilerle öylesine merak ve ilgi uyandıracak şekilde çiziliyordu ki, o resimlere bakmak bile ayrı bir zevk ve yorum şansı veriyordu.



“İKİ ÇOCUĞUN DEVRİALEMİ”

Çocukluk anılarımda ‘İki Çocuğun Devrialemi’ kitabının özel bir yeri vardı. Pazar yerinden aldığım 1952-1955 yılları arasında Güven Yayınevi’nce basılan, iki kitap halinde satılan, 10 ciltlik bu macera kitabını bir yaz tatilinde sindire sindire okumuştum. Bu durum, yeğenlerime ( ailede benden büyük evli dört ablam olduğu için yeğen çoktu ) boş zamanlarımda hikaye anlatmam için yeterli malzemeyi fazlasıyla sağlıyordu. Bulutsuz masmavi bir gökyüzü altında geçen, uzun, sıcak yaz günlerinde yeğenlerimin en büyük zevki, benden heyecanlı macera dolu hikayeler dinlemekti. Şehirdeki evimizin nispeten serin taş odası, kilere giden koridor ya da merdiven altında anlattığım saatlerce süren hikayelerin çoğunu Jano, Yanik ve köpekleri Sültan’ın dünyanın dört bir yanındaki maceraları oluşturuyordu.



JAPON İŞİ JİU JİTSU

Pazaryerinden alıp okuduğumuz bir diğer ilginç kitap ta, yakın dövüşü öğreten ‘Jiu Jitsu’ isimli kitaptı. O yıllarda henüz karate gibi uzak doğu sporları yeterince bilinmediği için Jiu Jitsu, fazlasıyla ilgimizi çekmişti. En azından bilek kurtarma, karşıdakinin kolunu kapma, yere devirme gibi o yaşlarda hoşumuza giden numaraları öğrenmekten ve birbirimize karşı uygulamaktan büyük bir zevk alıyorduk. Nedendir bilinmez, Jiu Jitsu ülkemize daha erken gelmesine rağmen diğer yakın dövüş sporları gibi popüler olmadı ve unutuldu gitti.



AİLELERİN AĞLAMA DUVARI,  KEMALETTİN TUĞCU

Kemalettin Tuğcu’nun kitapları yalnız bizim ailede değil,  bütün komşu ve tanıdıklarda inanılmaz bir fırtına gibi esiyordu. Kitaplar elden ele geziyor, toplu halde okunuyor, ailece gözyaşları arasında dinleniyor, dualar ve beddualar arasında yorumlar yapılıyor, özel dersler çıkarılıyordu. Bu kitaplar,  çocukların hatta başta kadınlar olmak üzere sıradan insanların insani duygularına çok etkili şekilde sesleniyordu.

Bir dönem, Nihal Atsız, Enver Behnan Şapolyo ya da Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanları ile Orta Asya’da uzun saçlarımız, kalpağımız, kılıcımız, kımızımız ve atımızla Çinlilere ve kötü adamlara karşı Türk olmanın verdiği gururla savaştık, sonra bir anda Mişel Zevako’nun Pardayanlar’ı gibi uzun, ince uçlu tahta  kılıçlarımızla şövalye olmaya özendik.

Daha sonraları tanınmış Türk hikaye ve romancılarının eserleri ile tanıştık. Ömer Seyfettin, Hüseyin  Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar  gibi en bilinen  yazarların kitapları okuma alışkanlığımızı pekiştirdi. Ortaokul ve Lise yıllarında sömestr tatilinde verilen, bir roman okuma ve özet çıkarma ödevi için genellikle Çalıkuşu ya da Sinekli Bakkal’ın seçilmesi o kuşakların büyük çoğunluğunun en azından bu iki önemli kitabı okumasını sağlıyordu.



HAYAT ANSİKLOPEDİSİ’NİN SÜRPRİZİ

60’lı yılların başında basılan Hayat Ansiklopedisi, o günlerin koşullarına göre ulaşabileceğimiz en değerli bilgi kaynağıydı. Şevket Rado’nun önsözüyle basılan ve toplam 10 cilt olan Hayat Ansiklopedisi’nin benim için en büyük sürprizi, Diyarbakır maddesinde yatıyordu. ‘Eski bir Diyarbakır Sokağı’ olarak basılan fotoğrafta evimizin yer aldığı Ulu Cami Mahallesi Müze Sokak görülüyordu. Sokağımız ve soldan ikinci kapı olan 7 numaralı evimiz bir bakıma belgelenmiş yani kayıtlara geçmiş oluyordu. Uzun yıllar değişmeden kalan, tipik mimari özelliklere sahip sokaklar ve evler maalesef 1970 li yıllardan sonra süratle yok olmaya başladı. O günlere ait az sayıdaki belgesel fotoğrafın yanı sıra Hayat Ansiklopedisindeki fotoğraf benim için özel bir önem kazandı.



YENİ BİR DÜNYA; ORHAN KEMAL, YAŞAR KEMAL

Nihayet bu dönemden sonra benim önümde inanılmaz bir dünya açılıyordu; Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Sait Faik, Mahmut Makal, Aziz Nesin, Tarık Dursun K, Fakir Baykurt, Tarık Buğra, Halikarnas Balıkçısı  gibi yazarların dünyası…

Bu yazarlar içinde beni en çok etkileyen Orhan Kemal’di. Pazardan ikinci el olarak aldığım   Suçlu’ romanını bir yaz günü nasıl büyük bir açlıkla okuduğumu ve nasıl etkisinde kaldığımı anlatamam. ‘Devlet Kuşu’ ve  Bereketli Topraklar Üzerinde’  okuma zevkimin son noktasıydı. Yaşadığımız yerin yaz sıcağının da etkisi ile kendimizi Çukurova’ da, Adana sokaklarında, dokuma fabrikalarında veya Ceyhan Nehri kıyılarında yaşıyor zannediyorduk.

Aziz Nesin’in, toplumumuzun her kesimini ilgilendiren olayları basit, anlaşılır, enfes bir mizahi dille  yazdığı hikayeler, edebiyatımızın en güzel mizah örneği kabul ediliyordu. Aziz Nesin ismi öylesine mizah çağrıştırıyordu ki bir kitabının arka kapağındaki Zoşçenko ismini önce bir Aziz Nesin hikayesi adı sanmış, ancak daha sonra onun tanınmış bir Rus mizah yazarı olduğunu öğrendiğimde mahcup olmuştum.

O dönemdeki Yeditepe,  Çağlayan, Varlık, Tarih, Toprak, Ekincigil, Dünya Yayınları,  İnkilap Kitabevi,  Remzi Kitabevi,  Atatürk Kütüphanesi-Sel Yayınları, Altın Kitaplar, Yıldız Yayınları, Türkiye Yayınevi, MEB Devlet Kitapları, Çocuk Romanlar Serisi kültür dünyamızın oluşmasında yapı taşları olarak önemli görevler yaptı.

Bugün kütüphanemdeki 50 ve 60’lı yıllardan kalan kitaplar, eskiliklerine ve yıpranmışlıklarına rağmen, o yılların ölümsüz tanıkları olarak değeri giderek artan şekilde yaşamlarını sürdürüyor. O dönemlerde bu kitapların basıldığı yayınevlerinin birçoğu ise artık birer tarih olmuş durumda.