31 Ocak 2011 Pazartesi

BALIKÇILARBAŞI...HAYATLA TANIŞMA...


3.   BALIKÇILARBAŞI…    HAYATLA TANIŞMA…                  




Çocukluk ve gençlik yıllarımda ticaret ile ilgili anılarım, 1950 li yılların başında Melik Ahmet, Balıkçılarbaşı,  Emek  Han’daki dükkanımızla başlar. Emek  Han, önündeki sokakla Urfa Kapı Caddesine  açılan,  geniş  kapısı, çevresini tek katlı dükkanların çevrelediği avlusu ile  daha çok manifatura, kantariye veya diğer toptancıların iş yaptığı, şimdiki Vakıflar Çarşısı’nın bulunduğu yerdeydi. Sokağımızda da manifaturacılar ve birkaç palancı bulunuyordu.

Aslında Balıkçılarbaşı, bir zamanlar“Alyanak Çarşısı” adıyla bilinen son dönem Osmanlı eseri olan tarihi PTT binasının ipek borsası olarak kullanıldığı dönemlerdeki  veya  Dicle nehrinden gelen balıkların tezgahlarda satıldığı günlerdeki ağırlığını kaybetse de günümüzde hala ticaretin önemli bir merkezi.

Bulunduğumuz sokağın açıldığı Balıkçılarbaşı’ndan  başlayıp Urfa Kapıya kadar  devam eden küçük bazalt taşlarla kaplı  Urfa Kapı Cadde’si, önce hafif bir eğimle yükseliyor, iki taraftaki tek katlı, toprak  damlı dükkanların arasından geçiyor, Melik Ahmet Paşa Camisi ve onun yanındaki Yeni İlk Okul ile  karşısındaki Gazi İlk  Okulu’nun arasından kıvrılarak Urfa Kapı’ya varıyordu.

Emek Han’ın  hemen yakınında yine ağırlıklı olarak manifatura ticareti yapılan ve hala aynı işin yapıldığı Uğur Han ve İstiklal Hanla dükkanımız arasında sadece dar bir sokak vardı. İki taraflı tavana kadar çok kaliteli tahtadan (Çam olabilirdi, çünkü hem güzel kokuyordu hem de rengi giderek kızarıyordu)  malların konması için rafları ( bunlara terek denirdi) bulunan küçük ancak sevimli dükkanımızda kışın ön cepheye krem renkli cemekan takılır, yazın tekrar çıkarılırdı.

Köşede babamın ceviz ağacından yapılmış, üzerinde ceviz kaplamaya oyulmuş yeşil çuhası bulunan, yuvarlak ve oymalı ayakları,  ortada tek ve büyük, yanlarda ise  ikişerden dört çekmecesi ile küçük  ama şık masası vardı. Bu masa,  en az 70  yıllık hayatını birçok dükkan dolaştıktan sonra , şimdi benim evimde geçirdiği ufak onarımlara ve üzerindeki yeşil çuhayı kaybetmesine rağmen  kendine yaraşır bir yerde üzerinde rahmetli babamdan kalan diğer hatıralarla beraber sürdürüyor. Çekmecelerinde çocukluk ve öğrencilik günlerimden beri biriktirdiğim tebrik kartları, kartpostallar, aile üyelerine yazdığım ve onlardan aldığım 60 lı 70 li yıllardan kalan mektuplar ve bazı özel belgelerle artık tarihi değeri olan antika bir masa rolünü oynuyor. Bu masanın Allah sağlık verirse benden sonra da uzun süre yaşayacağını umuyorum.

Dükkanımızda her akşam  ucu çengel şeklindeki uzun demir çubukla aşağı çekilen tek parçalı daraba,   şarrrr…, şorrrr… arası bir ses çıkarır, akşam üzeri duyduğunuz bu seslerle  komşularınızın da dükkanlarını kapattığını anlardınız. Darabanın demir halkası zemindeki  hareketli halkaya geçirilir ve ona da kocaman sağlam bir kilit takılırdı. Kilit kapatıldıktan sonra vazgeçilmez bir şekilde birkaç defa çekilerek kontrol edilirdi. Aynı şeyin tersi sabah yapılır, yine sarrrr-şorrrr sesleri arasında darabalar kaldırılır, bismillah diyerek dükkanlara girilirdi.

Emek Han’ın sahibi bizim sokakta kuru kahve dükkanları bulunan o zamanların bilinen ailelerinden Mehmet Han dı. O sevimli hanı, hanın  Sofi Tahir dediğimiz kısa boylu, beyaz sakallı, güler yüzlü bekçisini,  o güzel  günleri yıllar sonra Sofi Tahir’in benim yaşlarımdaki oğlunu her görüşümde en canlı şekilde anımsamışımdır.
 


BUYRUN ALIŞ  VERİŞE…                                             
                                                        

Dükkanımızda Sümerbank malları, Nazilli’den gelen basmalar  ve Tarsus’tan gelen Amerikan Bezleri satılıyordu.  Dört Ayaklı Minareli Cami’nin  (asıl adı Şeyh Matar veya Şeyh Mutahhar veya Kasım Padişah Camii)  yakınında  eski  bir kiliseye  (Surp Giragos) ait depodan  alınan  balyalar veya katlanmış kumaşların oluşturduğu yassı toplar halindeki Sümer  malları  arabalar veya hamallarla dükkana taşınırdı.

Metre ile satılan basmaların  ölçümü için  her iki ucu beyaz metalle çevrilmiş, sarı renkli, 2-3 parmak eninde, santimlere bölünmüş bir tarafında çiviye asmak için bir deliği olan  tahta bir metre kullanırdık.  Topu önce fazlasıyla açar, sonra seri hareketlerle metre ile ölçer, ucunu biraz kıvırdıktan sonra makasla keserdik. Makasla kesmenin de ayrı bir ustalığı vardı. Usta tezgahtarlar makasla birkaç santim kestikten sonra kıvrılmış basmaları makası aniden ilerleterek, açıp kapatmadan bir çırpıda  kesiverirler veya birkaç santim kesilmiş kumaşı elleri ile süratle iki yana çekerek cart diye ikiye ayırıverirlerdi. Benim gibi çocuklar veya acemiler (veya beceriksizler ) ise kumaşı makasla  yavaş yavaş çoğu zaman da eğri keserlerdi.

1950 lerin başında lüks tüketim malları olmadığı için Tarsus’tan gelen Amerikan Bezi, beyaz patiska bulunmadığı veya   pahalı olduğu için çok önemliydi. Köylülerin giyimde  en temel tüketim malı Amerikan Beziydi. Fanila yerine kullanılan uzun geniş gömlekler ve yine uzun paçaları düğmeli geniş donlar köylülerin tek iç giyimleriydi. Evlerinde de her türlü ihtiyaçları için, kefen dahil  beyaz bez olarak sadece Amerikan Bezi kullanılırdı. Amerikan Bezleri açık kirli sarı renkle nispeten kalın mallardı, kanıma göre pamuğun en kalitesiz kısmından yapılıyordu. Kadınların elbisesi için de en önemli kaynak olan “Sümer Malı
Basmalar”ın  rengarenk görünümleri, desenleri bütün canlılığı ile hala gözümün önündedir.

Daha sonraları ilk defa Adana’dan gelen daha kaliteli basmalar piyasaya çıkmaya başladı. Üzerlerinde “Bossa Basma Fabrikası” yazan bu malların yıllar sonra Türkiye’nin en zengini olacak olan Sabancı ailesinin Adana’daki bu ilk ticari adımları olduğu ve adımlarının zamanla nerelere varacağını tabii ki o yıllarda  kimse tahmin edemezdi. Ayrıca İstanbul’dan ithal malı olarak  küçük yassı toplar halinde “Hasse” adı verilen kaliteli beyaz patiskalar geliyordu. Üzerlerinde  kaliteli bir kağıt bant ve  çocukluk dünyamı etkileyen hala unutamadığım kaliteli parlak kağıtlara basılmış iki resim vardı.  Bunlardan biri siyah saçlı, yeşil gözlü güzel bir kadın resmi, diğeri ise yeleleri kabarık bir aslan resmiydi.



DÜKKAN KOMŞULARIMIZ….

Dükkanımızın tam karşısında ilk zamanlar Süryani  Hanna Lolo ve kardeşlerinin manifatura mağazaları, daha sonraları ise onların ayrılmaları ile hatırladığım kadarı ile  önce manifatura sonraları ise kantariye işi yapan Siverek’li Eyüp Aktar ve kardeşleri vardı. Hem önceki Süryani komşularımız hem de sonraki şık giyinen çok kibar olan Siverek’li komşularımızla  ilişkilerimiz kusursuzdu.

Hemen bitişiğimizdeki komşumuz palancı ustası, kısa boylu  Ermeni Ohannes Çukuryan benim yaşıtlarım çocukları ile beraber yerden hafif yüksek olan dükkanlarında oturarak çalışır, at eşek ve katırlara palan  (semer) yaparlardı. Dükkanın arka tarafı, palanların içine konan kamışa benzeyen ancak yumuşak ve esnek olan otlarla doluydu. Duvarlarda hazırlanmış palanlar çengellere asılı şekilde müşterileri bekler, müşterinin isteğine göre ya hazır palan verilir veya yeni yapılırdı.

Palan yapma bana çok ilginç gelirdi. Önce hayvanın sırt kemiği ve yanlardaki boşluğa uyacak şekilde bir keçe ayarlanır sonra sırt kemiğinin sağında ve solunda  iki taraflı hazırlanan, üstü kapatılan yan yana iki odacık gibi boşluklara bu otlardan sıkıca doldurulurdu. Otları içeri tıkmak için ucu çatallı  bir demir çubuklarla otlar ikiye katlanır demir çubuğun çatalına takılır ve zorlanarak içeri sokulurdu. Sokulan otlar  arttıkça  boşluklar sıkıca dolar, semer sertleşir, ancak otların esnekliği nedeni ile üstüne oturduğunuz zaman sizi rahatsız etmezdi. Palanın dışı da kilim  parçaları ile kaplanır sonra da süslenirdi. Palanın hayvanın boynuna gelen ön tarafı daha kabarık olduğu için sürücü rahatlıkla düşmeden hayvanı idare ederdi. Hayvanına göre, bu at, eşek  veya katır olabilirdi palanın yanlarına ve eteklerine püsküller veya çıngıraklar asılırdı.



NALBANT AMMO HIDIR

Dükkanımızın hemen köşesinde  “Nakipler Camisi”ne giden ara sokağın başında  açıkta çalışan orta boylu, beyaz sakallı  nalbant  Siirt’li Ammo Hıdır    tam bir karakter sanatçısı gibiydi. Gelen atların ayakları bir yardımcı aracılığı ile kıvrılır ve yaklaşık diz hizasında  sabit tutulurdu. Sinirli, sakallı nalbant ustamız Ammo Hıdır hemen her zaman söylenerek, bağırıp  çağırarak ata yaklaşır, önce eski nalı kerpetenle söker atar sonra yarım ay şeklindeki kesici bir aletle atın tırnaklarını temizler daha sonra da yeni nalı çakardı. Çaktığı çivilerin atın ayağının ön tarafından çıkan uçlarını da önce kerpetenle keser daha sonra uçlarını çekiçle  tırnağa gömerdi. Ancak arada bir at huysuzluk  yapar, ayağını vermek istemez veya tırnakla oynarken rahat durmazdı. Bu zamanlar sakallı, sinirli usta Ammo Hıdır sinirini iyice gösterir, atla ilgili neyse ki atın anlamadığı yakın uzak bütün akrabalarıyla ilgili sunturaklı küfürler savurur, at yine rahat durmazsa üst dudağına yaklaşık bir karış uzunluğunda tahtadan bir mengene takar ve serbest uçlarını iple bağlayarak sıkıştırırdı. O mengenenin ata çok büyük acı verdiğine eminim olmama rağmen ilginçtir o huysuzlanan at mengeneden sonra uslanır, ağzına biber  sürülmüş çocuklar gibi sakin sakin dururdu.

Uğur Han ve İstiklal Han arasındaki meydana açılan, sabahın erken saatlerinden günün geç saatlerine kadar  çalışan daha çok büyüklerin, kerli ferli babaların ve tüccarların gittiği, kışın içerde yazın dışarıda küçük kürsülere oturulan meşhur Acemoğlu  Kahve’sine  biz çocuklar gidemezdik. Sadece çarşıyı dolaşıp çay siparişlerini alan  çaycı çırağına  kaç çay istediğimizi söyler,  çaylar geldiği zaman işyerimizin kaşesi basılı hazırlanmış kalın karton  markalardan çay adedi kadar verir, her hafta sonu geri getirilen marka sayısına göre çay hesabımızı kapatırdık.



DÜKKANDA YAŞANTI…   İSTANBUL İŞİ PASTA…

Özellikle yaz aylarında dükkanda yakındaki fırından alınan  yarım veya çeyrek taze, sıcak, açık ekmek ve yine yakınlardaki bakkaldan alınan taze peynir ve bunların yanına yukarda bahsettiğim kahvenin çayı ile tamamlanan kahvaltının zevkini ve o taze ekmeğin kokusunu,  peynirin lezzetini ve  çayın tadını unutmam mümkün değildi.

O yıllar  işini naklettiği İstanbul’dan tekrar Diyarbakır’a dönen aile dostumuz, Bitlis’li rahmetli Fikret Özdemir,  bizim dükkana yakın  işyerindeki  sabah kahvaltısında hayatımda ilk defa gördüğüm geniş dilimler halinde kesilmiş koyu sarı renkli içi gözenekli, arasında küçük üzümlerin olduğu bir “Şey”den bir dilim de bana vermişti. Çocukluk dünyamda yediğim ve adının  “Kek” olduğunu sonraları öğrendiğim ve ilk defa tanıştığım  o şeyden  aldığım lezzeti hiç unutamam. Eeee, İstanbul’dan gelen birinin kahvaltısı da bizimkilerden  farklı olmalıydı tabiiki.

İlkokul son sınıftan itibaren bütün orta okul ve lise yıllarım boyunca gündüzleri  okul saatleri dışında dükkana gittiğimden dükkanın ısınma ve temizlik işlerini iyi bilmek zorundaydım.
Dükkanımızda kış aylarında soba olmadığı için ısınma mangal ateşi ile olurdu ama  dükkan küçük ve cemekanlı olduğu için çok soğuk havalar hariç içerde ısı fena olmuyordu. Sabah mangalı yakmak için önce bir önceki günden mangalda küller arasında saklanan sönmemiş ateşler ortaya çıkarılır, bir tarafa yığılır, mangalda fazla kül varsa küçük ateş küreği ile  alınır ve dışarı atılırdı. Ateşler mangalın ortasına  yerleştirilir üzerine de yeni kömürler konur ve üflenerek tutuşması sağlanırdı. Yeni kömürler yanmaya başladıktan sonra sert bir karton parçası veya katlanmış gazete  ile sıkıca yellenerek kömürlerin tam yanması sağlanır, mavi alev  sona erince  iş biterdi. Çok soğuk havalarda mangalı iki dizimizin arasına koyar üzerine biraz eğilerek ısınmaya çalışırdık ama mangala çok yaklaştığımızda ellerimiz ve bacaklarımızın iç kısımları önce yavaş sonra hızla ısınır hatta bizi rahatsız ederdi. Zaman zaman da mangala sırtımızı dönerek arka taraflarımızı ısıtırdık. Akşam mevcut ateşler iyice küllere gömülür ve ertesi sabah açılmak üzerleri küreğin tersi ile sıkıca bastırılarak  örtülürdü. Sadece kalan ateş Pazar gününü geçemediği için pazartesi sabahları bütün mangal sahipleri dükkanlarının önünde yeniden çıra veya gaz yağı  ile taze kömürleri yakar, sıkıca yelpazeler böylece hafta sonuna kadar sürecek ateş oyununu başlatırlardı.

Yaz aylarında  dükkanı sabah açmak  daha kolay ve zevkliydi. Havalar ısınınca  cemekan sökülür, ambara gönderilirdi. Her sabah toz kalkmasın diye dükkanın zeminine elle veya ıslatılan süpürge ile su serpilir ve dükkan iyice süpürülürdü. Sadece uzun yaz günlerinde öğlenden sonra bastıran uykuyu yenmenin  en iyi yolu  birçok büyük dükkanda geri kısımda ayarlanan  uygun bir yere uzanıp şekerleme yapmaktı.



TURHAL ŞEKER FABRİKASI

Dükkanımızda önceleri manifatura, sonraları ise toptan şeker  ve çimento alım satımı yani kantariye işi yapıyorduk. Küp  veya kristal şeker  o zamanlar Eskişehir, Turhal, Kayseri veya Erzurum’dan gelirdi. En iyi küp şeker, şekerlerin ufalanmadığı  sandık gibi tahta kutularda gelen şekerdi. Biz daha çok Turhal’dan gelen 50 kiloluk bez torbalar halindeki şekeri tercih ediyorduk. Daha sonraları Kayseri’den küçük kutular içinde paketlenmiş şekerler gelmeye başladı. Ancak bu şekerler çabuk dağıldığı için çok makbul sayılmıyordu.

Adını sanını önceleri bilmediğimiz daha sonra coğrafya kitaplarında okuduğumuz Turhal Şeker Fabrikası bizim için çok önemliydi ve  ticari dünyamızın büyük kısmını dolduruyordu.”300 Torba Küp Şeker” için Turhal’a sipariş verme, Turhal’a parayı banka havalesi ile çıkarma, malın gelmesi gecikmiş ise çoğunlukla ELT telgraf çekme veya binbir güçlükle telefon açma, malın filan numaralı DDY vagonu ile gönderildiğine ait Turhal’dan gönderilen ve memnunluk  veren  telgrafı alma zamanımızın çoğunu dolduruyordu. Yıllar sonra Cem Karaca’nın şarkılarında yeniden Turhal ismini duyduğumda birçok kişiye yeni gelen bu ismin benim için tanıdık olmasından büyük bir haz duymuştum.

Şeker çuvalları demiryolları ile birkaç gün sonra  geldiği zaman hemen işler hızlanır, bu iş için bekleyen at arabalarına haber verilirdi. Bize o zamanlar kocaman gelen iki atlı arabalara yüklenen 30 ar  torba şeker art arda dükkanın veya ambarın önünde sıralanırdı. Genellikle tanıdık hamallar süratle sırtladıkları torbaları muntazam bir şekilde üst üste ve sıralar halinde dizerlerdi. Piyasada esnafın devamlı çalıştığı ve bir süre sonra ailenin bir parçası gibi kabul edilen hamalların önemli bir kısmı Mardin kasaba ve köylerinden gelen çoğunlukla aile erkeklerinin beraber çalıştığı  çok az Türkçe bilen Kürtlerdi. Arada bir tek çalışan hamalların unutamadığım örneği, başında kasketi, çökmüş avurtları, ince bıyığı, zayıf vücudu, beline sardığı ipi ile gezen güler yüzlü, yumuşak huylu  “Hale Evdıla” Osmanlı döneminden kalan bir tip gibiydi.

Şeker çuvalları dükkanda 8-10 sıra, ambarda ise 12- 15 sıraya kadar üst üste dizilirdi. En korkulan şey şeker torbalarının yağmurdan ıslanması, ambarda nem alması veya küp şekerlerin ezilmesiydi. Yağmurdan ıslanmaya karşı en iyi önlem kışın at arabalarının üstünün muşambalarla örtülmesiydi.



GAZETELER….SPOR…..

Gazete ve özellikle spor haberleri ile tanışmam da o yıllarda başlamıştı. Okumaya çok meraklı okurdu. Babam koyu bir İnönü hayranıydı, doğal olarak ailece  CHP li idik. İnönü karakter olarak temkinli, az  ama öz konuşan, vatansever, maceradan hoşlanmayan , tasarrufa önem veren ve çok muhtemelen gösteriş yapmayan gerçek Müslüman olarak tam babamın idolüydü. olan babam, her gün Dünya Gazetesi, bazan da Ulus Gazetesi alır, son satırına kadar hepsini

Diyarbakır’a her gün gelmeyen gazeteleri ya birkaç gün gecikerek  veya daha sonraları haftada birkaç gün 2-3 günlük gazete halinde edinebiliyorduk. Dünya Gazetesinde Falih Rıfkı Atay’dan başlar, çizgi karakter Dr. Çat’la devam eder spor haberleri ile bitirirdik. Ancak 1960 yılında 28 Nisan öğrenci olaylarını takiben üniversitelerin kapatılması nedeniyle İstanbul’dan gelen abimin getirdiği Milliyet gazetesi bu tarihten sonra bizim değişmez gazetemiz oldu.

Gazetede  benim için spor haberleri öncelikli olduğu için  adyodan duyduğumuz futbol maçı haberlerini veya başta güreş olmak üzere diğer spor faaliyetlerini en ince detayına kadar gazeteden öğrenmeye çalışır bu konudaki gazete haberlerini defalarca okurdum.

1959 dan önce  henüz şimdiki anlamda Türkiye Futbol Ligi  oluşmadığı için  önemli takımlar ve maçlar  İstanbul Amatör Futbol Liginde bulunurdu. Bu ligde Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş gibi üç büyükler dışında şimdi tarih olan veya amatör kümelerde yarışan İstanbul’un yerel  takımları;  Emniyet, Yeşildirek, Karagümrük, Feriköy, Adalet vs.. gibi takımlar vardı. Daha sonra bunlara Ankara’dan PTT, Ankara Demirspor, İzmir’den Karşıyaka , Göztepe, Altay, Adana’dan Adana Demirspor, Mersin İdmanyurdu gibi takımlar ilave oldu. 1959 den sonra şimdiki şekilde Türkiye Futbol Liği kuruldu. O yılların Orhan Şeref Apak, Ulvi Yenal, Halim Çorbalı gibi unutulmaz spor yöneticilerini de herkes bilirdi.

Beşiktaş bizden bir önceki neslim takımı olarak kabul edildiği için çocuklar arasında Beşiktaş taraftarı daha azdı. En büyük heyecan şimdi olduğu gibi Galatasaray-Fenerbahçe maçlarında yaşanır,  maçların sonuçları günlerce tartışılır, taraflar birbirini olabildiğince kızdırır, skorlar mahallede duvarlara yazılır, o görülmeyen gollerin güzelliği ağızdan ağıza anlatılır, bol gollü açık galibiyetler veya Metin Oktay’ın  “AĞLARI YIRTAN GOLÜ” gibi özel durumlar  karşılıklı olarak hatırlatılırdı.

Mahallede Galatasaray ile  Fenerbahçe’lilerin  her zaman ama özellikle derbi maçlarından sonra birbirlerini kızdırmaları  karşılıklı  zevk ve kızgınlık gelgitleri yaratırdı. Galatasaraylılar için en basit ve yaygın slogan “Sarı Kırmızı…Cihan Yıldızı…”  veya “Fener…Dünyayı Yener… Galata’nın Önüne Gelince Fıs Diye Söner…” tekerlemesiydi. Fenerlilerin buna cevabı çok basitti. “Fıs Diye Söner…Döner Döner Yine Yener” şeklinde olurdu. Mahalledeki duvar yazıları ise skorlar ve çoğunlukla “Kova Galatasaray” veya “Kova Fenerbahçe” gibi çok masumane şeylerdi.

Futbol dışında sporun bilinmediği yıllarda  şimdiki “Atatük Stadyumu” nun yerindeki “Şehir Stadı” futbolun merkeziydi. O günlerin  Dicle Spor, Yıldız Gençlik, Karacadağ, Havagücü gibi amatör takımlarının maçlarının yanı sıra  resmi bayramlardaki törenlerin de yapıldığı  Şehir Stadı  toprak zemini, onu çevreleyen yüksek tel örgüleri ve bize kocaman gelen tek taraflı demir iskeletli basit küçük tribünü ile sporun kalbinin arttığı yerdi.Yaz aylarında maçlardan önce ve devre arasında seyircilerin ıslık ve alkışları altında Belediye arazözü ile toprak saha  iyice sulanır, böylece toz kalkması önlenirdi. 

Gençlerin futbol yani top oynadığı yerler ise  “Vilayetin Önü”, “Yıldızın Arkası” ve “Cinı Başı” idi. Şehir  dışında yapılaşmanın  Valilik, Tekel Binası, Kız Enstitüsü, Lise gibi resmi binalar dışında olmadığı veya koperatifleşmenin yeni yeni başladığı o yıllarda vilayetin önü düz yüzeyi, kırmızı ince toprağı ile en güzel sahaydı. Maç yapılacak günler mahalleden gruplar halinde gidilir, çok parçalı, çoğu zaman yamalı ağır futbol topu, mümkünse bisiklet veya kamyon pompasıyla nadiren de nefesi güçlü gençlerin  üflemesiyle  şişirilirdi.

Futbol topunun dış yüzeyi oluşturan meşin parçaları tutan iplerin sökülmesi durumunda bir kunduracı veya yemenicide içten dikiş attırılması, iç lastiğin patlaması durumunda  çıkarılıp tamir edilmesi, tekrar topun yarık şeklindeki ağız kısmından içeri sokulması, şişirilmesi, iç lastik memesinin hava kaçırtmadan ikiye katlanarak sıkıca iple bağlanması ve özelliklede memenin zorla şişkin  meşin topun içine sokulması ve top ağzının sıkıca bağlanması ancak futbol zevki ile beraber çaresizliğin  taşıyabileceği zahmetlerdi.

“Vilayetin Önü”,“Yıldızın Arkası” veya Lisenin karşısındaki “Cino Başı” ndaki top sahalarında  her grup ya kendi arasında oynar veya diğer mahalle takımlarıyla  çoğunlukla  5 golde  ilk yarı 10 golda biter  gibi skor pazarlığı yapılarak maç yapılırdı. Genellikle kavgasız, dövüşsüz bitmeyen bu maçlar sonunda bütün gençler ter içinde, yorgun argın, kızarmış suratlar ve yaralı bereli dizlerle  gruplar halinde yürüyerek  evlerinin yolunu tutarlardı.

Futbol takımları içinde bugün olduğu gibi üç büyüklerin kadroları özellikle önemli futbolcuları  çok iyi bilinirdi. O yıllar Turgay, Metin, Kadri, İsfendiyar, Lefter, Naci, Basri, Can Bartu, Recep, Hilmi, Talat, Şeref, Kaleci Varol vs  gibi oyuncuları bilmeyen tanımayan, hatta yerli ve yabancı antrenörleri Fenerbahçe’nin hocası Molnar, Galatasaray’ın unutulmaz hocası Brian Birch, Göztepe mucizesini yaratan Adnan Suvari, Gündüz Kılıç, Çoşkun Özarı ikilisi, ve daha nicelerini bilmeyen yoktu.  Uzaktan uzağa “Uçan Kaleci Cihat”, “Berlin Panteri Turgay”, “Profesör Lefter” gibi şehir efsaneleri ile övünürdük.

Sıkı bir Galatasaraylı olarak takım kadrosunu ezbere bilirdim. Her çocuk gibi bir zamanlar ben de şair  olduğum için 1960 yılında o zamanki kadro; kalede  Turgay, geride Saim-İsmail, orta alanda  Ahmet-Ergun- Büyük Ahmet, ilerde Erol-Suat-Metin- Mustafa- Mete  için şiir bile yazmıştım. İşte benim 10. Şubat. 1960 tarihli şiirim;


GALATASARAY

Galatasaray adı
Dolaşıyor ağızda
Her yerde onun şanı
Geziyor bütün yutta

Turgay’dır kalecimiz
Saim’dir sol bekimiz
İsmail sağ bekçimiz
Yaşa Galatasaray

Santhafımız Ergun’dur
Sağında Ahmet durur
Büyük Ahmet soldadır
Yaşa Galatasaray

Forvet hattı bombadır
En sağda Erol vardır
Suat’ın yeri dardır
Yaşa Galatasaray

Metin gol makinesi
Güzel goller dahisi
Altın kafa sahibi
Yaşa Galatasaray

Çalışkandır Mustafa
Muhakkaktır gol ata
Mete bu hale baka
Yaşa Galatasaray

Antrenörümüz Coşkun
Menejer Baba Gündüz
İkisi de pek taşkın
Sahayı ettiler düz…


Önemli futbol maçlarını radyo naklen veren  en tanınmış spikerler Orhan Ayhan, Necati Karakaya ve  Halit Kıvanç’ın anlatımları  büyük bir heyecanla radyo başında dinlenir, görmediğimiz pozisyonlar anlatan spikerin artık ne kadar tarafsız ise o kadar olan yorumuna göre değerlendirilir  toplu halde bağırılır veya hayıflanılırdı. Mağlup olunduğunda suç hakemindi veya çok büyük bir şansızlık sonucuydu, galibiyette ise maç zaten hakkımızdı. Yabancı takımlar ile yapılan milli maç veya kulüp maçlarında  çoğunlukla sıradan olan mağlubiyetlerin nedeni kesin olarak Avrupalı hakemler veya o kör olası şansızlıktı. Aslında takımlarımız çok iyi oynuyordu ama ah o şansızlık yok mu bir türlü gol atamıyorduk, onurlu beraberlikler veya onurlu mağlubiyetlerle teselli buluyorduk, ne yapalım. Arada bir iyi bir sonuç alınmış ise ertesi gün gazetelerde baktığımız ilk şey yabancıların bizler hakkında neler söylediğiydi. Eğer güzel şeyler söylemişlerse  (ne kadar doğru veya samimi olduğunu Allah bilir ya), o kısımları defalarca okur, büyük bir mutluluk ve böbürlenme duyardık.

Çok rahat olduğumuz  güreş müsabakalarında ise katıldığımız her şampiyonada daha işin başında kaç sıklette şampiyon çıkaracağımızı hesaplar, madalya az olduğunda üzülürdük. Türkiye gerçekten de o yıllarda güreşte gerek Olimpiyat, gerek Dünya ve Balkan Oyunları’nda  Macarlar ve İranlılar daha sonraları Ruslar ve Bulgarlarla  beraber bariz bir üstünlüğe sahipti. Güreşte Eşref Şefik’in  anlatımlarını güreşi canlı izliyormuş gibi heyecanla takip ederdik. Özelikle 7 Altın, 2 Gümüş madalya ile güreşte ilk sırada toplam madalya sayısında ise 6 ıncı  sırada yer aldığımız 1960 Roma Olimpiyatları, Türk güreşinin zirve yaptığı tam bir keyif olimpiyatıydı.

O yıllar gazetelerin büyük yer ayırdığı spor dallarından biri olan yüzme sporuna da  ilgi büyüktü. Ülkenin belli başlı yüzme takımları Moda, Galatasaray, İstanbul Yüzme İhtisas, Adana  ve bugün için inanılmaz gibi görünen çok iyi bir yüzme takımına sahip olan  Urfa Yüzme Takımıydı. Birincilikler bunlar arasında paylaşılırdı. Ayrıca  o yıllarda yaz aylarında Lüksemburg’da yapılan uluslararası (!) yüzme yarışlarında yüzücülerimizin aldıkları birinciliklerle öğünüyorduk. Bu yarışların bizim zannettiğimiz gibi önemli yarışlar olmadığını ve alınan derecelerin hiçbir öneminin bulunmadığını  öğrenmemiz için epeyi zaman geçti.

Olimpiyatlarla ilgili gazete haberlerini ve röportajlarını macera kitabı okur gibi takip eder, olimpiyatın yapıldığı ülke ile ilgili bilgileri, olimpiyat köyündeki yaşantıyı büyük bir merakla öğrenmeye çalışırdık. Melbourne Olimpiyatları haberlerinde gazetecinin hiç unutamadığım  “Burada insanlar Coca Cola denen çok değişik tadda soğuk bir içecek içiyorlar” haberi  Evliya Çelebi’nin seyahatname   bilgisi gibi çok  uzak geliyordu. Ancak Coca Cola için dünya küçük, uzaklar yakındı. Kısa süre sonra  Diyarbakır’daki Pirinçlik Nato Üssündeki Amerikalılar aracılığı ile Cola kutuları ile tanıştık. Pirinçlik’ten şehre sızan teneke kutular sokaklarda soğuk su satan çocukların su maşrapası olarak gündelik hayatımıza girdi bile.



MELİK AHMET YIKILIYOR

Emek İş Hanındaki bu tatlı hayat, 1958 yılında sona erdi.İş başındaki  Demokrat Parti, Melik Ahmet Caddesinin yıkılarak genişletilmesine, Balıkcılarbaşı ile Urfa Kapı arasında yeni bir cadde açılmasına karar verdi. Önce dükkanlar boşaltıldı sonra o zamana göre kocaman günümüzde ise kasaba belediyelerinde bile kalmayan küçücük  iş makineleri ile yıkım başladı. Tek katlı dükkanlar kolayca yere indirildi, sonra hafif yüksek olan yol seviyesi indirilmeye başlandı. Kazılar yapıldıkça yer altından muntazam taş kemerler ve dehlizler ortaya  çıkmaya başladı. Hatta birkaç yerde dağınık halde halkın hazine dediği Roma veya Bizans paraları görüldü. Maalesef eski Roma ve Bizans yapıları olduğu anlaşılan bu eserler yeteri kadar incelenemeden dümdüz edildi. Yağmalanan eski paraların beklendiği gibi ancak bir kısmı toplanabildi. Yıllar sonra Diyarbakır tarihi ile ilgili bilgilerim belli bir birikime geldiği zaman, surlar içindeki tarihi kentin çok önemli bir Roma şehri olduğunu, Ulu Cami ile  Buğday Pazarı, Eskiciler Çarşısı ve  Balıkcılarbaşı arasındaki alanda Roma yapılarının,  ve bir Roma Hamamın bulunduğunu öğrendik.

Balıkçılarbaşı’ndan başlayan yıkım devam ederken 1960 yılındaki ihtilal doğal olarak işlerin uzun süre durmasına neden olda da daha sonra yeniden yıkımlara devam edildi. Ancak yol güzergahı düz olarak tamamlandığı için Melek Ahmet Camisi karşısındaki   güzelim taş bina “Gazi İlkokulu” göz göre göre yıkıldı,  Ziya Gökalp İlkokulu, Fis Kayasındaki eski Kolej Binası, İç Kaledeki taş binalar gibi kesme taşlardan yapılan “Son Dönem Osmanlı Mimarisi” örneklerinden  olan bu güzel bina yok oldu. Yeni açılan yolun  üzerindeki yarıları gitmiş evlerle kaplı yeni cephesi maalesef yeteri kadar değerlendirilmedi, zamanla düzensiz ve özensiz yapılarla çirkin bir hal aldı.

Yıkımdan sonra  dükkanımızın bulunduğu Emek İş Hanının yerine şimdiki Vakıflar İş Hanı yapıldı. Dükkanını ve iş düzenini kaybeden babam yıkım sonrası eski iş yerimize yakın Malik Ejder Sokaktaki ambar olarak  kullandığımız yere taşındı.

                

MALİK   EJDER….  HACILAR    HOCALAR SOKAĞI….
                                                             
Malik Ejder Sokağı, Melik Ahmet Caddesi’ne herkesin bildiği isimle “Aşefçiler Çarşısı” denen köşeyle açılan  önemli ve büyük sokaklardan biriydi. “Aşefçiler Çarşısı”, yakın  köylerden gelen  kadınların  günlük sebze meyve gibi ürünlerini ve el emeklerini yerde oturarak sattıkları özellikle bahar aylarında ilk çıkan nergis ve menekşeleri Diyarbakır’lılara sundukları bir  pazar olarak çevredeki birçok değişime rağmen hala günümüzde de aynı işlevini sürdürüyor.

Yıkım başladıktan sonra cadde köşesinden başlamak üzere ilerleyen biçimde önce  evlerin zemin katlarında duvarlar yıkılarak tek tek dükkanlar açıldı, sonraları ise maalesef o güzelim evler yıkıldı yerlerine gayet çirkin, plansın, düzensiz iç içe girmiş iş hanları ortaya çıktı. En çok ta Nakiboğlu Camisi’nin hemen karşısındaki bulunan Rahmetli Osman Ocak’a ait  avlusu, eyvanı, odaları, Diyarbakır Evlerinde nadir olarak yapılan  3. katı  ve taş işçiliği ile tam anlamıyla çok tipik ve güzel  tarihi bir eser  olan evine  yazık oldu.  Maalesef önce zemin katı sokakla birleştirildi, dükkan oldu, derken avlusuna doğru ilerleyen çirkin bir pasaj bütün yapıyı bitirdi. Bizim ambarımızın olduğu yer ise biraz daha ilerde daha önce yıkılan bir evin yerine yapılan 2 katlı  bir  apartmanın zemin katıydı.


MALİK EJDER KİM

Sokağa adını veren Malik Ejder, 639  yılında Diyarbakır’ın Halid Bin Velid  komutasındaki  Müslümanlar tarafından fethi sırasında şehit olan kahramanlığı ile tanınan  bir İslam komutanı. Kahramanmaraş’ta bir diğer Malik Ejder Türbesinin varlığı, diğer tanınmış halk kahramanları gibi Malik Ejder’in de halk tarafından tanınmasının ve sevilmesinin işareti. Sokağın girişinden yaklaşık 60-70 metre mesafede, sol tarafta ve Ocak’ların evlerinin karşısında bulunan  Malik Ejder Türbesi’nin sokaktan görülen tek kısmı demir parmaklıklı penceresi ve içeri bakıldığında karanlıkta zor seçilen yeşil örtüler altındaki sandukasıydı. Demir parmaklıkların böldüğü pencere kenarında yakılan mumlar sonucu oluşan ve aşağı doğru akan gri-siyah renkli mum tabakası daha uzaktan burada   bir “Ziyaret” veya “Yatır” oldunu gösteriyordu.

Özellikle cuma akşamları ( halk arasında cuma akşamı perşembeyi cumaya bağlayan akşam olarak kabul edilir ), özellikle kadınların  oluşturduğu gruplar, dua ve mum dikmek için pencerenin önünde birikir, daha sonra da akmış mum tabakasına birer taş yapıştırırlardı. Yapışan taşların sayısına bakarak  duaların çoğunun kabul olduğunu söylemek mümkün gibi görülse de gelen kalabalığın ve kişilerin değişmediğini görmek bu konuda haklı bir şüphe uyandırıyordu. Bu kalabalıktan  en çok türbe önündeki yasin okuyan hocalar ve dilencilerin karlı çıktığı kesindi. Kadınların bu davranışı beni etkilemiş olacak ki o zamanlar tutulduğum hikaye yazma  hastalığında (her gencin böyle bir yazar ve şair olma dönemi vardır ya) bir hikayeme de konu olmuş, kalabalık nedeni ile türbe önünde çok zaman geçiren ve bu nedenle evine geç kalan bir kadının kocasından yediği azarı yazmıştım.

Malik Ejder Sokağı, sokak boyunca çok ilginç kişilerin evleri veya iş yerlerinin bulunduğu tam anlamıyla bir “Hacılar, Hocalar, Şeyhler”  sokağıydı. Sırası ile Hacı Osman, Hacı Hasan, Hoca    Efendi, ismini bir türlü hatırlayamadığım sakallı Hacı Amca, Şeyh Rıfat, Hacı Muştak,  Hacı Zülküf  ve babam Hacı Recep. Bunlar arasında hacı, hoca, şeyh olmayan 2 komşumuz vardı. Bunlardan birisi bizden bir dükkan ötede deri ticaretiyle uğraşan Nusret Efendi, diğeri ise aynı apartman altını paylaştığımız kardeşi benim arkadaşım olan  Cerrah Han’dı. Cerrah Han diğerlerine göre oldukça gençti.



RAHMETLİ  HACI  OSMAN OCAK

Köşe başındaki büyük evin sahibi Osman Ocak tanınmış Nakiboğlu ailesinin ileri geleniydi. Çok renkli ve çizgi dışı  kişiliği, güzel konuşması, zekice esprileri güzel giyimi ile orta boylu, beyaz tenli, zayıf yapılı her kesin tanıdığı ve saygı duyduğu bir zamanlar CHP den de milletvekilliği yapan bir Diyarbakır Beyefendisiydi. Kızı, Ziya Gökalp İlkokulu beşinci sınıfında  bizim “Aile Bilgisi” derslerimize öğretmen olarak geliyordu (1956). 

Yıllar sonra  değerli  Ocak ailesi ile kişisel çok yakınlığımız oldu, akranımız olan gençlerle aynı sınıflarda okuduk, aynı üniversitede çalıştık, aynı sosyal kurumlarda hizmet verdik yakın arkadaşlıklar yaptık. Özellikle aynı ailenin çok değerli  bir ferdi olan yazar Sayın Esma Ocak’la Diyarbakır Tanıtma, Kültür ve Yardımlaşma Vakfında 10 yıl (1990-2000) inanılmaz bir çalışma dönemimiz oldu. Bu dönemi hayatımın sosyal ve kültürel bakımdan en verimli geçen bir dönemi olarak hiçbir zaman unutamam.

Ziya Gökalp Lisesi’nde  60 lı yılların başında   Edebiyat Dersimize gelen Osman Ocak, öğrenci deyişiyle “Hacı Osman”, öğrenim hayatımızda  birçok edebiyat hocası gelip geçmesine rağmen değişik bir edebiyat hocası olarak hiç unutulmayan bir insandı.  Divan Edebiyatını çok iyi bilen,  aruz vezniyle şiirler okuyan ve yazan Hacı Osman, kötü şiir okuyanlara çok kızar; Örnek olarak Fuzuli’den bir şeyler okunmuşsa “Sus! Fuzuli’nin kemikleri sızlıyor “ diye hemen hemen öğrencinin sesini keserdi.  

Osman Ocak’ın şiir kitabını yıllar sonra Diyarbakır Vakfı kitaplığına yerleştirdiğimiz zaman aynı dönemi yaşayan arkadaşlarla onu rahmetle anmış ortak hatıralarımızı dillendirmiştik.. Ev ödevi verirken  kitaba bağlı kalmaz, bir beyit yazdırır  sonra  bize bunun kime ait olduğunu bulmamızı isterdi. Bazı ipuçlarında yola çıkarak heyecanla Divan Edebiyatı ile ilgili kitapları karıştırır, sonunda sorulan şairi bulduğumuzda da yeni bir keşif yapmış gibi sevinirdik. Belki de bize dersi sevdiren ve Osman Ocak’ı unutturmayan bu araştırıcılık yönüydü.

Bize ödev olarak verdiği;

“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge,
 Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayri…”

Beytinin kime ait olduğunu ve açıklamasını öğrenmek için grup halinde Ulu Cami’nin üzerindeki Kütüphaneye gitmiş, birazda bilenlerin kopyası ile “Fuzuli” divanını bulmuş, ödevimizi hazırlamıştık.

Divan şiiri ile ilgili bir açıklama sırasında hocanın gözüne girmek için yaptığım gereksiz ve detaylı açıklama rahmetlinin gözünden kaçmamış ve sınıfın içine “Atma Recep, din kardeşiyiz” demesi günlerce arkadaşlarımın dilinde benimle ilgili alay konusu olmuştu. Ayrıca babamın adının da Recep olması tam yerine oturan bir espriydi.

 O yıllardan aklımda kalan birçok güzel divan şiiri örneğini zaman zaman söylemekten büyük bir zevk almamaın nedeni o yaşlarda Edebiyet  Derslerine olan özel ilgim olmalıydı.

Fuzuli’nin;

“Aşiyan-ı mürg-i dil zülf-i perişanındadır
  Kande olsam ey peru gönlüm senin yanındadır” beyti ile

Nedim’in;

“Bir sen-ü bir ben-ü bir de mutrib-i pakize eda,
  Gönlün olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
  Gayri yaranı edip bu günlük ey şuh feda
  Gidelim serv-i revanım yürü Sadabad’a” ,

dörtlüğünü hala büyük bir zevk ve özlemle söylerim ancak  çocuklarımın anlamadan birazda şaşkın bakışlarla beni dinlemelerine de gizliden gizliye de üzülürüm. Fuzuli’nin yukardaki beytinde sevgilisine söylediği;

“Gönül kuşunun yuvası, senin perişan saçlarının arasındadır,
  Ey peri sen nerde olsan gönlüm senin yanındadır” ,

ifadesini hem bu  kadar güzel şiirleştirmek  hem de bunu aruz vezni gibi belirli bir kalıba ustaca yerleştirmek ancak bu şiiri çok iyi bilenlerin işiydi.

Bize derse geldiği yıl Hicaz’a giderek hacı olan ve dönüşte artık “Hacı Osman” olarak anılan  Osman Ocak’ın  bizleri koca adamlar yerine koyması öğrencisine verdiği değerin bir belirtisiydi. Son yıllarında onu ziyaret edememenin ve Diyarbakır’la ilgili belgesel niteliğinde sohbet edemememin üzüntüsünü hep yaşadığım  Hacı Osman o dönemin gerçekten çok değerli “Nev-i şahsına münhasır” bir kişiliğiydi.

Ocakların evlerinin köşesinde“Züccaciye” yani kırılacak cam eşya, bardak, tabak, lamba şişesi  ağılıklı mal satan Hacı Hasan ve oğlu Yaşar’ın dükkanı vardı. Ksa boylu, beyaz sakallı, uzun burunlu, yelekli, şalvarlı Hacı Hasan,  aynı boyda ve muhtemelen aynı yaşlardaki karısı ile beraber oğulları Yaşar’a dükkanda yardımcı oluyorlardı. Yaşar’ın Hacı Hasan’ın tek çocuğu olmasına dayanarak o bölgelerde çocukları küçük yaşta ölen ailelerin  yeni doğan çocuklarına yaşaması için verdikleri “Yaşar” adının nerden geldiğini anlamak mümkündü.  Normalde bile bağırarak konuşan, hiperaktif çocuklar gibi durmadan hareket eden Hacı Hasan ve hanımına rağmen Yaşar  çok daha sakindi.



DİĞER  HACILAR  HOCALAR…

Malik Ejder Türbesi’nin karşısında mütevazi bir bakkal dükkanı çalıştıran,bir camiden emekli, kısa boylu, takım elbiseli, fötr şapkalı kibar Hoca Efendi  ile  babamın araları çok iyiydi. Boş zamanlarda dükkan önünde küçük kürsülerde oturulur, İran Şahı Pehlevi’nin hanımı Farah Diba’nın resmi bulunan tabaklarda gelen ince belli bardaklardaki demli çaylar içilir,  tahmin edileceği gibi ya dini konuları konuşur veya bütün zamanların en değişmez konusu olarak o yaştaki insanların  ortak konusu zamanın kötülüğünden bahsedilirdi. İnsanların saygısızlığı, ticarette ahlak kalmayışı, gençlerin söz dinlememesi, giyim kuşamın bozulması, devletin ve milletin dinden uzaklaşması, din ve imanın zayıflaması ve bütün bunların iyiye alamet olamadığı gibi, muhtemelen onların baba ve dedelerinin de konuştuğu  belli yaştan sonra her nesil için geçerli olan sohbetler.

Hoca Efendi’nin yanında karşılıklı iki dükkan vardı. Bizim taraftaki dükkanda deri ticareti yapan “Hacı  Olmayan Nusret  Efendi”, Hacı Osman, Hoca Efendi  ve babam gibi  takım elbise giyer, fötr şapka takardı. Ön cephesi dar ancak  içerilere doğru  derinleşen dükkanında piyasadan topladığı kurutulmuş  hayvan derilerini biriktirir sonra da balyalar halinde işlenmek üzere Denizli’deki deri fabrikalarına gönderirdi. Kışın neyse ama yaz aylarında deriler istediği kadar kurutulmuş olsun hafiften koku salardı. “Hacı Olmayan   Nusret Efendi”  bu derilerin tam alınmamış yağlarını temizler, bol bol tuzlardı. Nusret Efendi’nin titizliğine rağmen, özellikle yaz aylarında ortaya çıkan deri kokusu  tam karşısındaki dükkanda kantariye malzemeleri satan  Hacı Amca ile münakaşa ve darılmalarına engel olamamış,sonuçta Hacı Amca, derici “Hacı Olmayan Nusret Efendi”ile önce tartışmış sonra da küsmüştü.  Karşı karşıya olmalarına rağmen hiç konuşmayan , biri dükkanın önünde oturmaya çıktığı zaman öbürü hemen içeri giren bu ikili “Hacılar-Hocalar”  sokağındaki tek küslük olarak konuşulurdu.



BİR MASAL KAHRAMANI

Sokağın en ilginç tipi, hanımı gibi kendisi de güler yüzlü, tombul yapılı, ismini hatırlayamadığım Van’lı Hacı Amca,  tam anlamıyla bir masal  veya çizgi roman kahramanıydı.

Daha  sonraki yıllarda Hulusi Kentmen’i her görüşümde anımsadığım   orta boyu, kırlaşmış gür kaşları ve  bıyıkları , göğsünün ortasına kadar inen beyaz  sakalı, öne  doğru taşan muntazam ( hakkını teslim etmek gerekirse yakışan)  göbeği, belindeki geniş  kuşağı ve güzel  şalvarı, ayağındaki tabanları düz, ucu  hafif  kalkık  yemenisi ile tam anlamıyla “Ali Baba ve Kırk Haramiler” veya “Binbir Gece Masalları”ndan çıkmış gibiydi.

Hacı Amca,  evlerinin sokağa bakan bir odasının duvarını yıkarak yarattığı ilginç dükkanında genellikle  köylülere hayvanları için gereken malzemeler; kara sakız, katran, heybe, ayakkabı, orak, tırpan, ve döven  gibi şeyler satardı. Duvarlara dayanmış hemen dikkati çeken sıra sıra dövenlerin ilginç hikayesi  dükkana  ham tahta olarak gelmekle başlıyordu. Hacı Amca, o yaşına rağmen hayran duyulacak bir gayret ve düzenli çalışma ile  döveni yere yatırır, üzerine harman sırasında buğday başaklarını parçalaması ve kesmesi için  sıralar halinde keskin ve sivri küçük, beyaz, çakmak taşına benzer  taşlar çakar, üzerlerine de hatırladığım kadarıyla katran sürerdi.

Hemen bitişiğimizdeki   küçük tuhafiye  dükkanının sahibi Siirt’li  Şeyh Rıfat ile  diğer yandaki komşumuz  hacı, hoca, şeyh olamayan  Cerrah Han,  daha genç yaşlarıyla  sokağın  bana daha yakın olan  diğer kahramanlarıydı.

Nihayet sokağın aşağılarında  ticari malları için kullandığı bir ambarı olan  Hacı Muştak “Hacılar Hocalar” sokağını tamamlayan son kişiydi.

Bu gün  bu sokağın Cerrah  Han dışındaki kahramanları, hacıları, hocaları, şeyhleri  bir başka alemde  belki de hep beraber  o günleri anıyorlardır.

Malik Ejder Sokak’ta geçen birkaç yıl benim için  derslerimin yanı sıra özellikle yaz tatillerinde gece gündüz inanılmaz yoğunlukta  kitap okuma dönemim olması nedeniyle unutulmazdı. Kemalettin Tuğcu ve  İki Çocuğun Devrialemi ile başlayan , özellikle Fransız ( Michel Zivego, Emile Zola, Viktor Hugo, Gustav Flobert, Jules Verne’in klasik eserleri), Rus (Tolstoy, Puşkin, Dostoyevski vs) ve diğer klasik kitaplarla devam eden, Türk yazarlarından Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi Türk yazarlar ve 80 ve 100 kuruşluk varlık yayınları ile süren inanılmaz bir okuma dönemi yaşıyordum. Dükkanımızın önünde oturduğum kürsüde kucağıma aldığım büyük boy, sarı yapraklı Monte Kristo’yu  büyük bir hevesle okurken, yoldan geçen bir yaşlının okuduğum kitabı Kuran zannederek “Oğlum, aferin sana ama içerde okusan daha iyi olur” demesi çok hoştu. Bu yoğun okuma dönemi 1964 yılında Liseden mezun olup İstanbul’a gidene kadar devam etti. Daha sonra bir ara azaldı, 70 li yıllara yakın sosyal içerikli kitaplar ve günün moda kitapları ile yeniden hız kazandı. Bu gün evimdeki kütüphanemde o dönemlerden kalan 1950 li, 1960 lı yıllarda basılmış bu kitapları, klasikleri, küçük boy varlık yayınlarını, varlık yıllıklarını,  kutsal bir hazine gibi saklıyorum, zaman zaman açıp bakıyorum, havalandırmaya rağmen kaybolmayan o eski kitap kokularını  alıyorum, kebikeçleri hissediyorum, çoğunun ilk sayfasına yazdığım alım tarihi ve o zamanki imzamı sevgiyle  izliyorum.

Geçen yıllar boyunca ben de  biraz daha büyüyor, çocukluktan gençliğe geçiyor ve  artık  lise yıllarını yaşıyordum.  1964 te  benim için İstanbul Tıp  Fakültesi öğrenciliğiyle beraber yepyeni bir hayat başlıyordu. Beni bekleyen düzenli bir öğrenciliğin son yıllarında 68 olaylarını en yoğun şekilde yaşayacağım bir hayat. Ver elini İstanbul…