4 Nisan 2013 Perşembe


 

 

SOSYETİK SEMTTEYİZ: OSMANBEY…

 

Beraber kalmaya karar verdiğimiz diğer arkadaşımlarım; Mehmet İçkale ve Tahsin Yıldızla (her ikisini de genç yaşta kaybettik) Osmanbey’de alt katları dershane, beşinci katı pansiyon olan bir binada kısa bir süre kalmaya karar vermiştik. Mecidiyeköy’e çıkarken sağ yanda, Neyir Mağazası’na yakın ana caddeye paralel arka sokaktaki bina, tahta merdivenleri, kahverengi küçük kareli desenli muşamba kaplı odaları ve değişik kokusuyla bizler için çok farklıydı.

 

 

 

 

ALAFRANGA TUVALETLE TANIŞMA                         

 

Binanın çok farklı olan bir diğer yeri banyosu… Yerde küçük mavi fayansların oluşturduğu karelerle süslü beyaz zemin… Köşede pençe şeklindeki ayakları ile hemen dikkati çeken, kenarları yer yer pullanmış gri renkli küvet… Tam karşıda sararmış rengi ile eskiliğini ve musluğundan sürekli damlayan suyun neden olduğu lekesi ile bakımsızlığını saklamayan lavabo ve tavandan sarkan içindeki sarı ışığı dışarı bırakmaya niyeti olmayan karpuz şeklindeki lamba… Diğer köşede ise adını bildiğim, filmlerde gördüğüm ama ilk kez tanıştığım “Alafranga ( ya da Asri)  Tuvalet”…

 

Orada kendimi bir Fransız filminde gibi hissediyorum… Hayatımda ilk kez fayans kaplı, küvetli, alafranga tuvaletli bir banyodayım. Aklıma evimizin o küçük ama sevimli banyosu, odunla ısınan sobası, gürül gürül akan sıcak suyu ve taştan oyulmuş kurnası geldiğinde burnumun bir yerleri sızlıyor…

 

Lavabo ve tavandan sarkan karpuz avize, bütün bakımsızlık ve eskiliğine rağmen bana gurbette rastladığım bir hemşeri gibi yakın ve sevimli geliyor. Zihnimden o güne kadar gördüğüm lavabolar ve sınıflardaki karpuz avizeler geçiyor.

 

Nihayet, baştan beri dikkatimi çeken ama üzerine varmaya korktuğum asri tuvaletin kendi temizliğine bakmadan, beni küçümsereyerek “Hah ha… Hoş geldin İstanbul’a…” dediğini duyar gibiyim.

 

“Lavabo tamam, küvet de tamam” diyorum içimden. Ama tuvaleti nasıl kullanacağım?  Aklıma gurbet elde tuvaletin üstüne tüneyerek ihtiyacını gideren Anadolu garibanları geliyor nedense.

 

Tuvalet kapağı ve kenarlarının rengi ve kirliliği, bizden önceki öğrencilerin de sorun yaşadığını gösteriyor. Erkek olmanın avantajı ile bu seferlik kazasız belasız sıyrılıyorum ama bu işin çözülmesi gerektiğini de düşünüyorum.  Beraber yaşadığımız arkadaşlarla ve kapıcının da yardımı ile sonunda olması gereken şekilde sorunu çözüyoruz. İstanbul : 1, Biz : 0…Yenildik ama onurumuzla…Kabul etmeli ki bu dünyada başka  İstanbul yok…Ayrıca İstanbul’da okumanın, üniversite öğrenimi görmenin bir de bedeli olmalı…

 

Üst kattaki odalarda değişik fakültelerde okuyan değişik illerden gelen öğrenciler kalıyordu. Liseyi bitirinceye kadar hep aynı şehir ve aynı kültür ortamında yaşamış bizler için bu önemli bir değişiklik. Değişik yaşam koşulları, değişik ortamlar, değişik kültürle yetişmiş insanlar… Yüksek öğrenimi bir büyük şehirde görmenin ne olduğunu ve sağladığı deneyimleri yavaş yavaş anlıyoruz.

 

 

DİKKAT  EDİN  BU  ADAM  “O BİÇİM’DİR”

 

Bir metropolde yaşamanın ilk ve en büyük şokunu çok geçmeden yaşıyacağız. Geceleri arkadaşlarla çay içip sohbet ettiğimiz toplantılara zaman zaman dershane hocaları da katılıyordu. Bunlar arasında en dikkati çeken uzun boyu, yana taranmış kır saçları, kırmızı suratı, uzun burnu ve devamlı elinde taşıdığı içki bardağı ile alkolü fazlasıyla sevdiğini saklamayan bir İngiliz Hoca… Bizler olmayan İngilizcemizle onunla konuşmaya çalışıyoruz, o da yarım yamalak Türkçesi ile bize cevap vermeye çabalıyor… Bir süre sonra alkol barajını aşan İngiliz’i zar zor dışarı çıkarıyoruz… Her seferinde ortalıkta bitiveren apartman kapıcısı anlamlı anlamlı konuşuyor, gülüyor, bizlere kaşını gözün oynatarak bakıyor, bize bir sır vemek istiyor gibi davranıyor. Buna bir anlam veremiyoruz… Nihayet sonunda baklayı ağzından çıkarıyor…”Dikkat edin! Bu adam o biçimdir…”

 

“O biçim”in ne olduğunu bilecek kadar sokak kültürümüz olduğundan utanıyoruz, tepeden tırnağa kızarıyor hatta tepki gösteriyoruz. ”Yok yavv! Vay bee” lerden sonra, önce adamcağızı iyice bir dövmeyi düşünüyoruz. Daha sonra dövmenin doğru olmayacağına karar verip görüşmemeye ve aramıza almamaya karar veriyoruz. İstanbul bakalım bize daha ne sürprizler sunacak…

   

 

“SEMİH TUĞCU” ,  “MOR DEFTER” 

 

Taksimden Levent’e doğru uzanan ve İstanbul’un en önemli ve yoğun caddelerinden biri olan Halaskargazi Caddesini, Şişli’deki Atatürk Müzesini, Şişli Camisini, İETT Garajını,  yüksek binaları, lüks mağazaları, şık giyimli insanları hayranlıkla izliyoruz.

 

Bütün cadde boyunca elektrik direklerine asılan “Semih Tuğcu-Sigortacı” tabelası dikkatimi çekiyor. Pangaltı’daki sinemada; senaryosunu Çetin Altan’ın yazdığı, o zamanlar hepimizin yakından tanıdığı Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı “Mor Defter” filmi, unutulmamak üzere belleğime yer ediyor.

 

Gazetelerde iki reklam dikkatimizi çekiyor. Kısa sürede sosyalleşmek ve kız arkadaş edinmek isteyen erkeklerin aradığı bir haber  “Dans kursları - Kudret Şandra”. Birçok öğrenci için çaylarda, partilerde kapıları açan bir anahtar...  Bir diğer reklam ilginç ama bize daha uzak “Macar Darvaş - Kemancı -Çigan Müziği- Macar Rapsodisi ”  Darvaş’ın çalıştığı gece kulübünün reklamı. Darvaş’ı dinlemeye gidecek halimiz yok ama şöhretinden haberderız ve nedense ona sempati duyuyoruz.

 

 

 

“HARDAL İSTERSİZ ?”

 

Pangaltı’da zaman zaman gittiğimiz bir restoran, yemek kültürümüze yeni bir katkıda bulunuyor. Genellikle konuşma şekli ve vurgusundan Rum asıllı olduğunu anladığımız yaşlı garsonun ilgilendiği masada oturuyor, döner yiyoruz.  Bizi her zaman ciddiyetle karşılayan, saygısı, temizliği ve titizliği ile bize servis yapan yaşlı garsona hem saygı hem de sevgi duyuyoruz.

 

Ciddi yüz ifadesinin ardındaki gülümsemenin nedenini sorduğu sorudan sonra anlıyoruz; “Hardal istersiz ?”  Hardal? Hayatımızda ilk defa duyduğumuz bu kelimenin ne olduğunu birbiri ile kesişen gözlerimizden ve yüz ifadelerinden bilmediğimiz hemen anlaşılıyor. “Getireyim ? Getireyim, seversiz, seversiz” diyor bir baba, ağabey ya da eğitmen havasıyla. Kim bilir meslek hayatı boyunca bizim gibi kaç çaylağı hardalla tanıştırmıştır… Tabağımızın kenarına sürülen koyu sarı renkli hardalı çatalımıza taktığımız döner parçalarına bıçağımızın ucu ile sürüyor zevkle yiyoruz. Güzelmiş, hardalı sevdik…

 

 

 

 

“VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ”

 

Bizi asıl şaşırtan şey, İstanbul’a ilk defa adım attığımız 1964 yılı sonbaharında otobüs durakları, elektrik direkleri ve duvarlarda rastladığımız “Vatandaş Türkçe Konuş” yazılı pankartlardı. Kıbrıs olayları nedeniyle Yunanistan ile aramızdaki gerginliği gazete ve radyolardan biliyorduk. Ama bu gerginliğin, İstanbul’da yaşayan önceleri on bin cıvarındaki Yunan asıllı Rum’un, daha sonra Rum asıllı vatandaşların Yunanistan’a gönderilmesine yol açmasını karışık duygular içinde yorumluyor ve anlayamıyorduk. Yüzyıllardan beri İstanbul’da yaşayan ve İstanbul’un kültürel zenginliğini oluşturan bu azınlığa yapılan uygulamanın utancını daha sonraları hepimiz yaşadık.