SOSYETİK SEMTTEYİZ: OSMANBEY…
Beraber kalmaya karar verdiğimiz diğer arkadaşımlarım;
Mehmet İçkale ve Tahsin Yıldızla (her ikisini de genç yaşta kaybettik)
Osmanbey’de alt katları dershane, beşinci katı pansiyon olan bir binada kısa
bir süre kalmaya karar vermiştik. Mecidiyeköy’e çıkarken sağ yanda, Neyir
Mağazası’na yakın ana caddeye paralel arka sokaktaki bina, tahta merdivenleri,
kahverengi küçük kareli desenli muşamba kaplı odaları ve değişik kokusuyla
bizler için çok farklıydı.
ALAFRANGA TUVALETLE TANIŞMA
Binanın çok farklı olan bir diğer yeri banyosu… Yerde küçük
mavi fayansların oluşturduğu karelerle süslü beyaz zemin… Köşede pençe
şeklindeki ayakları ile hemen dikkati çeken, kenarları yer yer pullanmış gri
renkli küvet… Tam karşıda sararmış rengi ile eskiliğini ve musluğundan sürekli
damlayan suyun neden olduğu lekesi ile bakımsızlığını saklamayan lavabo ve
tavandan sarkan içindeki sarı ışığı dışarı bırakmaya niyeti olmayan karpuz
şeklindeki lamba… Diğer köşede ise adını bildiğim, filmlerde gördüğüm ama ilk
kez tanıştığım “Alafranga ( ya da Asri)
Tuvalet”…
Orada kendimi bir Fransız filminde gibi hissediyorum…
Hayatımda ilk kez fayans kaplı, küvetli, alafranga tuvaletli bir banyodayım.
Aklıma evimizin o küçük ama sevimli banyosu, odunla ısınan sobası, gürül gürül
akan sıcak suyu ve taştan oyulmuş kurnası geldiğinde burnumun bir yerleri
sızlıyor…
Lavabo ve tavandan sarkan karpuz avize, bütün bakımsızlık ve
eskiliğine rağmen bana gurbette rastladığım bir hemşeri gibi yakın ve sevimli
geliyor. Zihnimden o güne kadar gördüğüm lavabolar ve sınıflardaki karpuz
avizeler geçiyor.
Nihayet, baştan beri dikkatimi çeken ama üzerine varmaya
korktuğum asri tuvaletin kendi temizliğine bakmadan, beni küçümsereyerek “Hah
ha… Hoş geldin İstanbul’a…” dediğini duyar gibiyim.
“Lavabo tamam, küvet de tamam” diyorum içimden. Ama tuvaleti
nasıl kullanacağım? Aklıma gurbet elde
tuvaletin üstüne tüneyerek ihtiyacını gideren Anadolu garibanları geliyor
nedense.
Tuvalet kapağı ve kenarlarının rengi ve kirliliği, bizden
önceki öğrencilerin de sorun yaşadığını gösteriyor. Erkek olmanın avantajı ile
bu seferlik kazasız belasız sıyrılıyorum ama bu işin çözülmesi gerektiğini de
düşünüyorum. Beraber yaşadığımız
arkadaşlarla ve kapıcının da yardımı ile sonunda olması gereken şekilde sorunu
çözüyoruz. İstanbul : 1, Biz : 0…Yenildik ama onurumuzla…Kabul etmeli ki bu
dünyada başka İstanbul yok…Ayrıca
İstanbul’da okumanın, üniversite öğrenimi görmenin bir de bedeli olmalı…
Üst kattaki odalarda değişik fakültelerde okuyan değişik
illerden gelen öğrenciler kalıyordu. Liseyi bitirinceye kadar hep aynı şehir ve
aynı kültür ortamında yaşamış bizler için bu önemli bir değişiklik. Değişik
yaşam koşulları, değişik ortamlar, değişik kültürle yetişmiş insanlar… Yüksek
öğrenimi bir büyük şehirde görmenin ne olduğunu ve sağladığı deneyimleri yavaş
yavaş anlıyoruz.
DİKKAT EDİN BU
ADAM “O BİÇİM’DİR”
Bir metropolde yaşamanın ilk ve en büyük şokunu çok geçmeden
yaşıyacağız. Geceleri arkadaşlarla çay içip sohbet ettiğimiz toplantılara zaman
zaman dershane hocaları da katılıyordu. Bunlar arasında en dikkati çeken uzun
boyu, yana taranmış kır saçları, kırmızı suratı, uzun burnu ve devamlı elinde
taşıdığı içki bardağı ile alkolü fazlasıyla sevdiğini saklamayan bir İngiliz
Hoca… Bizler olmayan İngilizcemizle onunla konuşmaya çalışıyoruz, o da yarım
yamalak Türkçesi ile bize cevap vermeye çabalıyor… Bir süre sonra alkol
barajını aşan İngiliz’i zar zor dışarı çıkarıyoruz… Her seferinde ortalıkta
bitiveren apartman kapıcısı anlamlı anlamlı konuşuyor, gülüyor, bizlere kaşını
gözün oynatarak bakıyor, bize bir sır vemek istiyor gibi davranıyor. Buna bir
anlam veremiyoruz… Nihayet sonunda baklayı ağzından çıkarıyor…”Dikkat edin! Bu
adam o biçimdir…”
“O biçim”in ne olduğunu bilecek kadar sokak kültürümüz
olduğundan utanıyoruz, tepeden tırnağa kızarıyor hatta tepki gösteriyoruz. ”Yok
yavv! Vay bee” lerden sonra, önce adamcağızı iyice bir dövmeyi düşünüyoruz.
Daha sonra dövmenin doğru olmayacağına karar verip görüşmemeye ve aramıza
almamaya karar veriyoruz. İstanbul bakalım bize daha ne sürprizler sunacak…
“SEMİH TUĞCU” , “MOR
DEFTER”
Taksimden Levent’e doğru uzanan ve İstanbul’un en önemli ve
yoğun caddelerinden biri olan Halaskargazi Caddesini, Şişli’deki Atatürk
Müzesini, Şişli Camisini, İETT Garajını,
yüksek binaları, lüks mağazaları, şık giyimli insanları hayranlıkla
izliyoruz.
Bütün cadde boyunca elektrik direklerine asılan “Semih
Tuğcu-Sigortacı” tabelası dikkatimi çekiyor. Pangaltı’daki sinemada;
senaryosunu Çetin Altan’ın yazdığı, o zamanlar hepimizin yakından tanıdığı
Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı “Mor Defter” filmi, unutulmamak üzere
belleğime yer ediyor.
Gazetelerde iki reklam dikkatimizi çekiyor. Kısa sürede
sosyalleşmek ve kız arkadaş edinmek isteyen erkeklerin aradığı bir haber “Dans kursları - Kudret Şandra”. Birçok
öğrenci için çaylarda, partilerde kapıları açan bir anahtar... Bir diğer reklam ilginç ama bize daha uzak
“Macar Darvaş - Kemancı -Çigan Müziği- Macar Rapsodisi ” Darvaş’ın çalıştığı gece kulübünün reklamı.
Darvaş’ı dinlemeye gidecek halimiz yok ama şöhretinden haberderız ve nedense
ona sempati duyuyoruz.
“HARDAL İSTERSİZ ?”
Pangaltı’da zaman zaman gittiğimiz bir restoran, yemek
kültürümüze yeni bir katkıda bulunuyor. Genellikle konuşma şekli ve vurgusundan
Rum asıllı olduğunu anladığımız yaşlı garsonun ilgilendiği masada oturuyor,
döner yiyoruz. Bizi her zaman ciddiyetle
karşılayan, saygısı, temizliği ve titizliği ile bize servis yapan yaşlı garsona
hem saygı hem de sevgi duyuyoruz.
Ciddi yüz ifadesinin ardındaki gülümsemenin nedenini sorduğu
sorudan sonra anlıyoruz; “Hardal istersiz ?”
Hardal? Hayatımızda ilk defa duyduğumuz bu kelimenin ne olduğunu birbiri
ile kesişen gözlerimizden ve yüz ifadelerinden bilmediğimiz hemen anlaşılıyor.
“Getireyim ? Getireyim, seversiz, seversiz” diyor bir baba, ağabey ya da
eğitmen havasıyla. Kim bilir meslek hayatı boyunca bizim gibi kaç çaylağı
hardalla tanıştırmıştır… Tabağımızın kenarına sürülen koyu sarı renkli hardalı
çatalımıza taktığımız döner parçalarına bıçağımızın ucu ile sürüyor zevkle
yiyoruz. Güzelmiş, hardalı sevdik…
“VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ”
Bizi asıl şaşırtan şey, İstanbul’a ilk defa adım attığımız
1964 yılı sonbaharında otobüs durakları, elektrik direkleri ve duvarlarda
rastladığımız “Vatandaş Türkçe Konuş” yazılı pankartlardı. Kıbrıs olayları
nedeniyle Yunanistan ile aramızdaki gerginliği gazete ve radyolardan
biliyorduk. Ama bu gerginliğin, İstanbul’da yaşayan önceleri on bin cıvarındaki
Yunan asıllı Rum’un, daha sonra Rum asıllı vatandaşların Yunanistan’a
gönderilmesine yol açmasını karışık duygular içinde yorumluyor ve
anlayamıyorduk. Yüzyıllardan beri İstanbul’da yaşayan ve İstanbul’un kültürel
zenginliğini oluşturan bu azınlığa yapılan uygulamanın utancını daha sonraları
hepimiz yaşadık.