3 Ocak 2013 Perşembe

Kurtalan Ekspresi


 

KURTALAN EKSPRESİ   Diyarbakır - Ankara – İstanbul Hattı

 

 

 
BÖLÜM: 1

 

 

 

AYRILIK VAKTİ GELDİ

 

Yaşayanlar bilir; üniversite sınavını kazanmak, helede iyi bir bölüm ise, uzun süredir uçmak için yuvasında bekleyen kuşun, sanki artık havalanma zamanının geldiği an gibidir. Kendi başınıza kanat çırpmanız, yeteri kadar bilmediğiniz, deneyim sahibi olmadığınız bir gerçek dünyaya doğru yol almanız demektir. Aynen yavru bir kuşun heyecan, korku, merak dolu hislerle uçuşa çıkması gibidir.

 
İletişim ve ulaşım teknolojisiyle yaşam koşullarının çok kolay olduğu, değil yurtiçi yurtdışının bile yakın ve bilinir olduğu günümüzde, yukardaki duyguların kolay anlaşılır olmadığını kabul etmek gerekir. 1960’lı yıllarda hayatımızda ilk defa büyüdüğümüz bir kentten bilmediğimiz bir büyük kente gidecek olmanın hayecanı bile kolay taşınabilir bir yük değildi. Hele bizler gibi orta halli aile çocuklarının, alışıldığı üzere, tek başlarına ya da birkaç arkadaşı ile yeterince bilmedikleri bir il’e gönderiliyor olması ayrı bir acı gerçekti.

 

 

 

 
ANKARA VE ODTÜ GÜNLERİ

 
1964 yılı son baharında açıklanan sınav sonuçları, ODTÜ’nün Siyasal Bilimler Bölümü’nü kazandığımı gösteriyordu. Diğer üniversitelerin sınav sonuçlarını beklemeden ODTÜ ye kayıt ve öğrenime başlamak için bize işte bu psikoloji içinde Ankara yolu görünüyordu.

 
“Kurtalan Ekspresi” bizi, ODTÜ sınavını kazanan birkaç arkadaşla beraber, Elazığ’dan itibaren hayatımızda ilk kez göreceğimiz farklı bir coğrafyaya, yerleşim yerlerine ve sonunda bir büyük kente, Ankara’ya taşıyordu.

 
Ankara’daki tek güvencem, beni garda karşılayacak olan üniversite öğrencisi bir yakınımdı. Onun beni karşılamama olasılığını düşünmek bile yolculuğun tadını tuzunu kaçırıyordu.

 

 

 
ANKARA GARI

 
Tren, ertesi gün akşam saatlerinde uzun düdük sesleriyle Ankara Garı’na girerken  trende benden daha heyecanlı bir yolcu var mıydı, bilmiyorum. Gözlerimin önünden önce süratle, sonra yavaş yavaş kayan ve sonunda sabit kalan yüksek katlı taş gar binası, pencereler, kapılar ve üstü kapalı perondaki telaşlı kalabalıkta bir tanıdık yüzü, yakınımın yüzünü nasıl bir ümit  ve korku ile aradığımı unutamam. Koşuştururan insanlarla sallanan eller arasında farkettiğim Sedat Abi, beni bir anda dünyanın en mutlu insanı etmişti.

 
Trenden  indikten sonra, yakınımın alıştırarak söylemeye çalıştığı sözler beni yeniden mutsuz, hatta kaygılı insanlardan biri yapıvermişti. Kendisi Cebeci’deki Hukuk Fakültesi Yurdu’nda kalıyordu, ama beni bu gece orada yatırması mümkün değildi. Bu nedenle, beni bu geceliğine bir otele götürecekti. Yarın tekrar görüşecektik.

 
Otelde kalmak… Yalnız başıma? Ben?  Otelde nasıl kalınır bilmiyorum. Otel o güne kadar benim için sadece Diyarbakır’daki Turistik Otel ile Onur Palas’tı. Her gün önünden geçtiğimiz, kapısından gireni çıkanı kayıtsızca izlediğimiz bir yer… İçinde odalar var biliyorum ama usul nedir, nasıl hareket etmek lazım, ben nerden bileceğim. Hem de yalnız başıma nasıl kalacağım? Anacığımın gözünden ırak!

 

 

 
KOÇ  PALAS

 
Bindiğimiz taksi, Sedat Abi’nin “Burası Hamamönü’dür” dediği caddenin bir sokağında bıraktı bizi. Elimde bavul, yüreğimde merak ve heyecan, inanılmaz bir yorgunlukla girdiğim otelin, ışıklı tabelasındaki “Koç Palas” yazısı, hayat boyu unutmayacağım bir şekilde belleğime kazınıyordu. Yerini bugün bir düğün salonuna devreden “Koç Palas”.

 
Tabii ki Koç Palas,  Vehbi Koç’un oteli değildi. Üç ya da dördüncü sınıf bir otel gibiydi. Kısa bir kayıt işleminden sonra, otel görevlisinin peşi sıra, elimde koca bavulla beşinci katta çatı arasındaki tek odaya vardığımda artık kendimde değildim. Gördüğüm film ya da okuduğum romanlardaki film kahramanı gibiydim. Bana oda anahtarını uzatan görevlinin başka ne söylediğini hiç anınmasıyorum. Biraz duraksamasının bahşiş için olup olmadığını anlayacak durumda zaten değildim. Trende bir şeyler yediğim için açlık hissetmiyordum. Öylesine yorgundum ki hemen uyumaktan başka bir şey düşünemiyordum. Sedat Abi’nin ertesi sabah için “Otobüs durağı tam karşıda. Teknik Okullar Otobüsü oradan geçer. Numarası 17 dir. Ona binersen ODTÜ’ye gidersin”  sözlerini her şeye rağmen unutmamaya çalışarak odama girdim.

 
Zemini mozaikle kaplı otel odasında; yer yer boyası dökülmüş beyaz demir karyola, yanındaki eski komodin ve köşedeki koltuktan sonra adım atacak fazla bir yer kalmıyordu. Yıkanmaktan yıpranmış beyaz çarşaf, yastık ve battaniyeli yorgan yine de karyolaya dikkatlice serilmişti. Köşedeki kapı; tuvalet, lavabo ve duşu gizliyor, yanındaki dolap kapağı da; birkaç değişik tipteki askılığı ile gardırobu ayırıyordu. Tepedeki elektrik lambası yıllardır yaptığı görevi bu gece de yerine getirmenin alışkanlığıyla benden habersiz ya da kanıksamış bir şekilde çapaklı gözüyle tembel tembel bana bakıyordu. Çok sonraları, bir otelin bilmem kaçıncı katındaki bir odasında ömrünü her gece orayı aydınlatmak için tüketen bir ampulün neler gördüğü neler yaşadığını hep düşünmüşümdür. Herhalde bu odanın ampulü benim için; “Yorgun, ürkek ve toy bir genç” demiş olmalı. Doğrusu hiç de haksız sayılmazdı.

 
Aşırı yorgunluk, gerginlik, tedirginlik ve çevrenin verdiği güvensizlik hissiyle soyunmaya gerek görmeden uyumaya karar veriyorum. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra odanın ağır havasına ve kendimi olduğu gibi üzerine attığım yatağın farklı kokusuna rağmen hemen uykuya daldığımı anımsıyorum. Bu arada fanilama içerden dikilen gizli cepteki paramı kontrol ettiğimi ve her olasılığa karşı bükülü kolumla garantiye aldığımı hiç unutamıyorum.

 
Sabaha kadar; tren vagonunun raylarda çıkardığı; “Tıkı tık, tıkı tı, tıkı tık” sesine, sık sık yinelenen tiz düdüğüne ve kompartımanında sallana sallana oturmama rağmen, sabah kendimi aynı yatakta, aynı pozisyonda bulmuştum.

 

 

 
İLK SAKAL TRAŞI 

 
Sabah temizliğinden sonra , dışarı çıkmadan önce, beni çok önemli bir görev bekliyordu. Hayatımda ilk kez sakal tıraşı olacaktım. Üniversitenin ilk gününde  okula herhalde sakallı gidecek değildim! Sakal dediğim de favorinin devamında, çenede ve üst dudaktaki seyrek kıllar. Bu güne kadar yüzüme jilet değmemiş. Sokak kültürüne göre “Ne kadar erken sakal tıraşı olursan sakalın o kadar erken gürleşir ve başına her gün tıraş derdi çıkar” hesabı var ya! O nedenle geç tıraş olmalı… İşte o hesap…

 
Diyarbakır’da  ağabeyimin, artık üniversite öğrencisi olarak sakal tıraşı olmam gerektiğini söylemesinden sonra aldığı tıraş takımını ilk defa kullanacak olmanın gururu ve heyecanı ile işe koyuldum. Tıraş bıçağının bana nasıl bir sürpriz hazırladığını bilmeden kırk yıllık ustalar gibi yüzümü sabunl köpüğüyle kapladım. Ancak bir terslik vardı. Makine ile jilet uyumsuzdu. Jiletin ortasında üç delik var (Job ?).  Makine ise yarık jilete göre. Jilet tam oturmuyor. Jiletin kenarı belli bir eğim almadığı için de tıraş olmak imkansız. Buna rağmen ısrarlıyım. Jiletin her değdiği yerden kan sızıyor. Pamukla bastırarak zar zor kanamayı kesiyorum. Bütün havam gitmiş, erkeklik gururum incinmiş (!) olarak bu başarısız işe son vererek, en kısa zamanda uygun bir jilet almaya karar veriyorum.

 
Yara bere içinde sabah ayrılıyorum otelden. Bindiğim Teknik Okullar otobüsü, birkaç duraktan aldığı benim gibi öğrencilerle birlikte şehir dışına çıkıyor. Bozkırın ortasında, uzaktan binaların göze çarptığı bir bölgeye giriyordu. Burası ODTÜ Kampusu’ydu.

 

 

 
ODTÜ KAMPUSU VE BARIŞ GÖNÜLLÜLERİ

 
Ortalık tam anlamı ile şantiye gibiydi. Bitmiş birkaç bina dışında her tarafta devam eden inşaatlar göze çarpıyordu. Dikkatimizi çeken Mimarlık Fakültesi’nin yeni bitmiş çıplak beton binasını merakla izliyor, sıvasız bina olur mu diyoruz hayretle.

 
İngilizce eğitimi göreceğimiz hazırlık sınıfları barakalardan ibaret. Her sınıfta 20 civarında öğrenci var. Hocalar, Amerikalı “Barış Gönülleri”. O sıralar çok gündemde olan “Barış Gönüllüleri”nin daha sonraları toplumun sosyal analizini yapmak üzere gönderilmiş görevliler olduğu ortaya iddia edildi. 

 
Hayatımızda ilk defa bir yabancı hem de Amerikalı ile bu kadar yakınız. Özellikle şık giyimleri ile dikkati çeken bayan öğretmenler bize sinema sanatçıları kadar çekici geliyor.

Bir bayan öğretmenin göğsünde dikkat çeken yaklaşık 5-6 cm çapındaki zincirli bir saatle ilgili anı unutulmazdı. Şakacı bir öğrenci, soru sormak için el kaldırdı. Herkes ne soracağını merak ederken birden “What time is it?” diye deyiverdi. Gülüşmeler arasında  bayan öğretmen hem şaşırdı hem de o şaşkınlık içinde refleksle saate baktı. Sonra mahcubiyet içinde o da gülmeye başladı.

 
Dağıtılan hazırlık sınıfı kitaplarıyla Amerikan aksanı ile konuşmayı öğreniyorduk. Cümle içinde kelimelerin altında 1 den 5 e kadar rakamlar var. Ses iniş çıkışını ve vurguyu buna göre yapıyoruz. Müzik yapar gibi sesimizin tonunu kalından inceye doğru değiştiriyoruz. Hoşumuza gidiyordu.

 
Amerikalı öğretmenlerin, isimlerimizi okuması da çok komik geliyordu bize. Heceleri yutuyorlar, uzatıyorlar ya da bazı harfleri atlıyorlardı.

 
Öğlen yemeğini kafeterya denen yerde yiyorduk. Vakit fazla olmadığı için koşa koşa gidiyor, acele ile yemeğimizi yiyip tekrar sınıfa dönüyorduk. Yemek sırasında devamlı hızlı bir müziğin yeme hızını da artırdığını söylüyordu birileri. Alıştığımızdan çok değişik bir dünyada gibiydik. Tatlı bir telaş içinde koşuşturup duruyorduk.

 

 
“Koç Palas” ta ki bir geceden ve Sedat Abi’nin yardım ve yataklığı ile (!)  Hukuk Fakültesi Yurdu’nda kaçak  kaldığım birkaç günden sonra ODTÜ’nün organizasyonu ile Kızılay, Milli Müdafaa Caddesi’ndeki geçici yurda taşındık. Koğuş gibi odalarda 8-10 kişi ranzalarda yatıyoruz. Kendimi yetiştirme yurdunda veya eğitim kampında imişim gibi hissediyorum. Sabah hep beraber otobüsle OTÜ ye gidiyor, ders bitince yine topluca geliyoruz.

 
Dikkat ediyorum.  Öğrencilerin arasında zengin aile çocuğu pek yok, çoğu Anadolu kökenli orta sınıftan, ancak parlak çocuklar. Şimdi olduğu gibi o zaman da zengin çocuklarının okuma yeri, İstanbul.

 
Günlük ders programının erken bittiği bir gün,  ODTÜ Kampusundan yurda yani Kızılay’a yürüyerek gitmeye karar verdiğimizi anımsıyorum. Şimdilerde ODTÜ ile Dikmen arasında yer alan MTA, Şap Enstitüsü, Çukurambar’ın olduğu yerler, kimseler inanmaz, tamamen boş, tarla halinde.  Yoldan yürümek yerine göz kararı otlar ve biçilmiş buğday tarlalarından uzaktan bazı binalar şeklinde görülen Dikmen’e doğru yürüdük, sonra Kızılay’a yöneldik ve yorgun ama mutlu bir şekilde yurda ulaştık.

 
ODTÜ günleri devam ederken zihnimizin bir köşesine yerleşen “Acaba İstanbul’a mı gitmeli? İstanbul Tıp daha iyi değil mi? Buradaki zahmeti çekmeye değer mi?” fikri beslendikçe besleniyor, azdıkça azıyor ve15 gün sonra amacına ulaşıyordu.   İstanbul’da bir başka fakülteyi kazanan bir arkadaşımla beraber ayrılmaya karar verip Diyarbakır’a dönüyoruz. Elveda ilk göz ağrım ODTÜ…