KURTALAN EKSPRESİ
Diyarbakır - Ankara – İstanbul Hattı
BÖLÜM: 1
AYRILIK VAKTİ GELDİ
Yaşayanlar bilir; üniversite sınavını kazanmak, helede iyi
bir bölüm ise, uzun süredir uçmak için yuvasında bekleyen kuşun, sanki artık
havalanma zamanının geldiği an gibidir. Kendi başınıza kanat çırpmanız, yeteri
kadar bilmediğiniz, deneyim sahibi olmadığınız bir gerçek dünyaya doğru yol
almanız demektir. Aynen yavru bir kuşun heyecan, korku, merak dolu hislerle
uçuşa çıkması gibidir.
İletişim ve ulaşım teknolojisiyle yaşam koşullarının çok
kolay olduğu, değil yurtiçi yurtdışının bile yakın ve bilinir olduğu günümüzde,
yukardaki duyguların kolay anlaşılır olmadığını kabul etmek gerekir. 1960’lı
yıllarda hayatımızda ilk defa büyüdüğümüz bir kentten bilmediğimiz bir büyük
kente gidecek olmanın hayecanı bile kolay taşınabilir bir yük değildi. Hele
bizler gibi orta halli aile çocuklarının, alışıldığı üzere, tek başlarına ya da
birkaç arkadaşı ile yeterince bilmedikleri bir il’e gönderiliyor olması ayrı
bir acı gerçekti.
ANKARA VE ODTÜ GÜNLERİ
1964 yılı son baharında açıklanan sınav sonuçları, ODTÜ’nün Siyasal
Bilimler Bölümü’nü kazandığımı gösteriyordu. Diğer üniversitelerin sınav
sonuçlarını beklemeden ODTÜ ye kayıt ve öğrenime başlamak için bize işte bu
psikoloji içinde Ankara yolu görünüyordu.
“Kurtalan Ekspresi” bizi, ODTÜ sınavını kazanan birkaç
arkadaşla beraber, Elazığ’dan itibaren hayatımızda ilk kez göreceğimiz farklı
bir coğrafyaya, yerleşim yerlerine ve sonunda bir büyük kente, Ankara’ya
taşıyordu.
Ankara’daki tek güvencem, beni garda karşılayacak olan
üniversite öğrencisi bir yakınımdı. Onun beni karşılamama olasılığını düşünmek
bile yolculuğun tadını tuzunu kaçırıyordu.
ANKARA GARI
Tren, ertesi gün akşam saatlerinde uzun düdük sesleriyle
Ankara Garı’na girerken
trende benden
daha heyecanlı bir yolcu var mıydı, bilmiyorum. Gözlerimin önünden önce
süratle, sonra yavaş yavaş kayan ve sonunda sabit kalan yüksek katlı taş gar
binası, pencereler, kapılar ve üstü kapalı perondaki telaşlı kalabalıkta bir
tanıdık yüzü, yakınımın yüzünü nasıl bir ümit
ve korku ile aradığımı unutamam. Koşuştururan insanlarla sallanan eller
arasında farkettiğim Sedat Abi, beni bir anda dünyanın en mutlu insanı etmişti.
Trenden
indikten
sonra, yakınımın alıştırarak söylemeye çalıştığı sözler beni yeniden mutsuz,
hatta kaygılı insanlardan biri yapıvermişti. Kendisi Cebeci’deki Hukuk
Fakültesi Yurdu’nda kalıyordu, ama beni bu gece orada yatırması mümkün değildi.
Bu nedenle, beni bu geceliğine bir otele götürecekti. Yarın tekrar
görüşecektik.
Otelde kalmak… Yalnız başıma? Ben?
Otelde nasıl kalınır bilmiyorum. Otel o güne
kadar benim için sadece Diyarbakır’daki Turistik Otel ile Onur Palas’tı. Her
gün önünden geçtiğimiz, kapısından gireni çıkanı kayıtsızca izlediğimiz bir yer…
İçinde odalar var biliyorum ama usul nedir, nasıl hareket etmek lazım, ben
nerden bileceğim. Hem de yalnız başıma nasıl kalacağım? Anacığımın gözünden
ırak!
KOÇ
PALAS
Bindiğimiz taksi, Sedat Abi’nin “Burası Hamamönü’dür” dediği
caddenin bir sokağında bıraktı bizi. Elimde bavul, yüreğimde merak ve heyecan,
inanılmaz bir yorgunlukla girdiğim otelin, ışıklı tabelasındaki “Koç Palas”
yazısı, hayat boyu unutmayacağım bir şekilde belleğime kazınıyordu. Yerini
bugün bir düğün salonuna devreden “Koç Palas”.
Tabii ki Koç Palas,
Vehbi Koç’un oteli değildi. Üç ya da dördüncü sınıf bir otel gibiydi.
Kısa bir kayıt işleminden sonra, otel görevlisinin peşi sıra, elimde koca
bavulla beşinci katta çatı arasındaki tek odaya vardığımda artık kendimde
değildim. Gördüğüm film ya da okuduğum romanlardaki film kahramanı gibiydim.
Bana oda anahtarını uzatan görevlinin başka ne söylediğini hiç anınmasıyorum.
Biraz duraksamasının bahşiş için olup olmadığını anlayacak durumda zaten
değildim. Trende bir şeyler yediğim için açlık hissetmiyordum. Öylesine
yorgundum ki hemen uyumaktan başka bir şey düşünemiyordum. Sedat Abi’nin ertesi
sabah için “Otobüs durağı tam karşıda. Teknik Okullar Otobüsü oradan geçer.
Numarası 17 dir. Ona binersen ODTÜ’ye gidersin”
sözlerini her şeye rağmen unutmamaya çalışarak odama girdim.
Zemini mozaikle kaplı otel odasında; yer yer boyası dökülmüş
beyaz demir karyola, yanındaki eski komodin ve köşedeki koltuktan sonra adım
atacak fazla bir yer kalmıyordu. Yıkanmaktan yıpranmış beyaz çarşaf, yastık ve
battaniyeli yorgan yine de karyolaya dikkatlice serilmişti. Köşedeki kapı;
tuvalet, lavabo ve duşu gizliyor, yanındaki dolap kapağı da; birkaç değişik
tipteki askılığı ile gardırobu ayırıyordu. Tepedeki elektrik lambası yıllardır
yaptığı görevi bu gece de yerine getirmenin alışkanlığıyla benden habersiz ya
da kanıksamış bir şekilde çapaklı gözüyle tembel tembel bana bakıyordu. Çok
sonraları, bir otelin bilmem kaçıncı katındaki bir odasında ömrünü her gece
orayı aydınlatmak için tüketen bir ampulün neler gördüğü neler yaşadığını hep
düşünmüşümdür. Herhalde bu odanın ampulü benim için; “Yorgun, ürkek ve toy bir
genç” demiş olmalı. Doğrusu hiç de haksız sayılmazdı.
Aşırı yorgunluk, gerginlik, tedirginlik ve çevrenin verdiği
güvensizlik hissiyle soyunmaya gerek görmeden uyumaya karar veriyorum. Elimi
yüzümü yıkadıktan sonra odanın ağır havasına ve kendimi olduğu gibi üzerine
attığım yatağın farklı kokusuna rağmen hemen uykuya daldığımı anımsıyorum. Bu
arada fanilama içerden dikilen gizli cepteki paramı kontrol ettiğimi ve her
olasılığa karşı bükülü kolumla garantiye aldığımı hiç unutamıyorum.
Sabaha kadar; tren vagonunun raylarda çıkardığı; “Tıkı tık,
tıkı tı, tıkı tık” sesine, sık sık yinelenen tiz düdüğüne ve kompartımanında
sallana sallana oturmama rağmen, sabah kendimi aynı yatakta, aynı pozisyonda
bulmuştum.
İLK SAKAL TRAŞI
Sabah temizliğinden sonra , dışarı çıkmadan önce, beni çok
önemli bir görev bekliyordu. Hayatımda ilk kez sakal tıraşı olacaktım.
Üniversitenin ilk gününde
okula herhalde
sakallı gidecek değildim! Sakal dediğim de favorinin devamında, çenede ve üst
dudaktaki seyrek kıllar. Bu güne kadar yüzüme jilet değmemiş. Sokak kültürüne
göre “Ne kadar erken sakal tıraşı olursan sakalın o kadar erken gürleşir ve
başına her gün tıraş derdi çıkar” hesabı var ya! O nedenle geç tıraş olmalı…
İşte o hesap…
Diyarbakır’da
ağabeyimin, artık üniversite öğrencisi olarak sakal tıraşı olmam
gerektiğini söylemesinden sonra aldığı tıraş takımını ilk defa kullanacak
olmanın gururu ve heyecanı ile işe koyuldum. Tıraş bıçağının bana nasıl bir
sürpriz hazırladığını bilmeden kırk yıllık ustalar gibi yüzümü sabunl köpüğüyle
kapladım. Ancak bir terslik vardı. Makine ile jilet uyumsuzdu. Jiletin
ortasında üç delik var (Job ?).
Makine
ise yarık jilete göre. Jilet tam oturmuyor. Jiletin kenarı belli bir eğim
almadığı için de tıraş olmak imkansız. Buna rağmen ısrarlıyım. Jiletin her
değdiği yerden kan sızıyor. Pamukla bastırarak zar zor kanamayı kesiyorum.
Bütün havam gitmiş, erkeklik gururum incinmiş (!) olarak bu başarısız işe son
vererek, en kısa zamanda uygun bir jilet almaya karar veriyorum.
Yara bere içinde sabah ayrılıyorum otelden. Bindiğim Teknik
Okullar otobüsü, birkaç duraktan aldığı benim gibi öğrencilerle birlikte şehir
dışına çıkıyor. Bozkırın ortasında, uzaktan binaların göze çarptığı bir bölgeye
giriyordu. Burası ODTÜ Kampusu’ydu.
ODTÜ KAMPUSU VE BARIŞ GÖNÜLLÜLERİ
Ortalık tam anlamı ile şantiye gibiydi. Bitmiş birkaç bina
dışında her tarafta devam eden inşaatlar göze çarpıyordu. Dikkatimizi çeken
Mimarlık Fakültesi’nin yeni bitmiş çıplak beton binasını merakla izliyor,
sıvasız bina olur mu diyoruz hayretle.
İngilizce eğitimi göreceğimiz hazırlık sınıfları
barakalardan ibaret. Her sınıfta 20 civarında öğrenci var. Hocalar, Amerikalı
“Barış Gönülleri”. O sıralar çok gündemde olan “Barış Gönüllüleri”nin daha
sonraları toplumun sosyal analizini yapmak üzere gönderilmiş görevliler olduğu
ortaya iddia edildi.
Hayatımızda ilk defa bir yabancı hem de Amerikalı ile bu
kadar yakınız. Özellikle şık giyimleri ile dikkati çeken bayan öğretmenler bize
sinema sanatçıları kadar çekici geliyor.
Bir bayan öğretmenin göğsünde dikkat çeken yaklaşık 5-6 cm çapındaki zincirli bir saatle
ilgili anı unutulmazdı. Şakacı bir öğrenci, soru sormak için el kaldırdı.
Herkes ne soracağını merak ederken birden “What time is it?” diye deyiverdi.
Gülüşmeler arasında bayan öğretmen hem
şaşırdı hem de o şaşkınlık içinde refleksle saate baktı. Sonra mahcubiyet
içinde o da gülmeye başladı.
Dağıtılan hazırlık sınıfı kitaplarıyla Amerikan aksanı ile
konuşmayı öğreniyorduk. Cümle içinde kelimelerin altında 1 den 5 e kadar
rakamlar var. Ses iniş çıkışını ve vurguyu buna göre yapıyoruz. Müzik yapar
gibi sesimizin tonunu kalından inceye doğru değiştiriyoruz. Hoşumuza gidiyordu.
Amerikalı öğretmenlerin, isimlerimizi okuması da çok komik
geliyordu bize. Heceleri yutuyorlar, uzatıyorlar ya da bazı harfleri
atlıyorlardı.
Öğlen yemeğini kafeterya denen yerde yiyorduk. Vakit fazla
olmadığı için koşa koşa gidiyor, acele ile yemeğimizi yiyip tekrar sınıfa
dönüyorduk. Yemek sırasında devamlı hızlı bir müziğin yeme hızını da
artırdığını söylüyordu birileri. Alıştığımızdan çok değişik bir dünyada
gibiydik. Tatlı bir telaş içinde koşuşturup duruyorduk.
“Koç Palas” ta ki bir geceden ve Sedat Abi’nin yardım ve
yataklığı ile (!)
Hukuk Fakültesi
Yurdu’nda kaçak
kaldığım birkaç günden
sonra ODTÜ’nün organizasyonu ile Kızılay, Milli Müdafaa Caddesi’ndeki geçici
yurda taşındık. Koğuş gibi odalarda 8-10 kişi ranzalarda yatıyoruz. Kendimi
yetiştirme yurdunda veya eğitim kampında imişim gibi hissediyorum. Sabah hep
beraber otobüsle OTÜ ye gidiyor, ders bitince yine topluca geliyoruz.
Dikkat ediyorum.
Öğrencilerin arasında zengin aile çocuğu pek yok, çoğu Anadolu kökenli
orta sınıftan, ancak parlak çocuklar. Şimdi olduğu gibi o zaman da zengin
çocuklarının okuma yeri, İstanbul.
Günlük ders programının erken bittiği bir gün,
ODTÜ Kampusundan yurda yani Kızılay’a
yürüyerek gitmeye karar verdiğimizi anımsıyorum. Şimdilerde ODTÜ ile Dikmen
arasında yer alan MTA, Şap Enstitüsü, Çukurambar’ın olduğu yerler, kimseler inanmaz,
tamamen boş, tarla halinde.
Yoldan
yürümek yerine göz kararı otlar ve biçilmiş buğday tarlalarından uzaktan bazı
binalar şeklinde görülen Dikmen’e doğru yürüdük, sonra Kızılay’a yöneldik ve
yorgun ama mutlu bir şekilde yurda ulaştık.
ODTÜ günleri devam ederken zihnimizin bir köşesine yerleşen
“Acaba İstanbul’a mı gitmeli? İstanbul Tıp daha iyi değil mi? Buradaki zahmeti
çekmeye değer mi?” fikri beslendikçe besleniyor, azdıkça azıyor ve15 gün sonra
amacına ulaşıyordu.
İstanbul’da bir
başka fakülteyi kazanan bir arkadaşımla beraber ayrılmaya karar verip
Diyarbakır’a dönüyoruz. Elveda ilk göz ağrım ODTÜ…