İSTANBUL’DA YAŞAM
İSTANBUL’ UN
SEYYAR SATICILARI
Sabah erken saatlerde sokaktan gelen seslere kulak
kesiliyoruz. Ancak anlamak mümkün değil. Aramızda tartışıyoruz. Sesler tekrar
duyulduğunda dikkatle dinliyoruz… Anlam vermek imkansız… “kileeerarooomm” ve
“ oooortçuuu” diyor. Bir diğer sesi daha
iyi anlıyoruz ama anlam veremiyoruz; “Boooooza”.
Anlamak için en iyi yolun satıcıyı gözlemek olduğuna karar
veriyoruz. İlk gördüğümüz satıcı bizi fazlasıyla mahcup ediyor. Osmanlı
gravürlerindeki satıcılar gibi boynunda taşıyıp, kolları ile dengelediği taşıma
tahtasının her iki ucunda, büyük terazi kefeleri gibi sallanan yuvarlak metal
yoğurt kapları yeteri kadar kendini tanıtıyordu. “
oooortçuuu” nun yoğurtçu olduğunu anlıyoruz. Diyarbakır’ın bakraçta
satılan yoğurdunu, üzerindeki tülbenti kaldırıp küçük parmağımızla deldiğimiz
açık sarı renkli kalın kaymağı ve tadına baktığımız nefis yoğurdu anımsıyoruz…
Yoğurt İstanbul’a gelince böyle kibarlaşıyor demek…
“kileeerarooomm”cuyu sırtında torbası ile gezen genç bir
erkek olarak yakalıyoruz. Bilen biri bizi meraktan kurtarıyor…”Bunlar eskici…”
diyor. Eski elbise alırlar. “Eski” sözünü kaçırmışız…
Özellikle tatil günleri dolaşan bozacı büyük güğümü ile
uzaktan hemen tanınan biri. Bozayı bir sefer deniyoruz, yetiyor… Vefa Bozasına
vefasızlık etmemek için bu konudaki fikrimizi o günden bugüne kendimize
saklıyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz…
BİR ZAMANLAR İSTANBUL’DA;
ELEKTRİK, HAVAGAZI, TRAMVAY VE TÜNEL
60’lı yılların başında evlerde kullanılan elektrik,
İstanbul’un Anadolu yakasında 220 volt, Avrupa yakasında Osmanbey ve
çevresinde ise 110 volttu. Bu muhtemelen
Beyoğlu (Pera) bölgesinde Osmanlının son döneminden kalan bir uygulamaydı.
Kullanılan gündelik elektrikli aletler sınırlı sayıda olduğu için bu bizlere
pratik bir sorun yaratmıyordu. Ancak bizler için alışılmadık bir şeydi. Bir
süre sonra 220 voltun yaygın kullanımı ile bu fark ortadan kalktı.
Bizler için bir değişiklik te, önce Ankara’da
karşılaştığımız havagazı uygulamasıydı. Daha önce gazete ve kitaplar aracılığı
ile haberdar olduğumuz ve içine zehirlenmeye karşı uyarıcı olsun diye sarımsak
kokusunun katıldığını bildiğimiz havagazını kullanmak bize zevk ve tıhaf bir övünme hissi veriyordu. Uzun yıllar
radyodan futbol maçlarının naklen anlatımı sırasında Mithatpaşa Stadı’na
(şimdiki İnönü Stadyumu) yakınlığı nedeniyle adı geçen “Gazhane”nin, havagazı
fabrikası olduğunu öğreniyor, maça gittiğimizde bu iri, kara ve doğrusu çirkin
yapıya merakla bakmaktan kendimizi alamıyorduk.
İstanbul’da merak ettiğimiz taşıma araçlarının başında tramvay geliyordu. Tramvay bizler gibi taşra
delikanlılarının gözünde, büyük ve Avrupai bir kentin simgesi; modernlik,
hareket, heyecan demekti. Küçük taşlarla örülmüş desenlerle süslü caddelerde
yılan gibi kıvrılan raylarda, üstteki elektrik hattına sürünen boynuzu ve tipik
zil sesiyle kayıp giden tramvay, bana çok romantik gelirdi. Gerek yabancı gerek
yerli filmlerde film kahramanının koşarak tramvaya tutunması ve içeri atlaması,
kız arkadaşı ile flörtü, çocukların kaçak olarak tramvaya binip tekrar inmesi,
yolcuların pencere üstünden geçen ipi çekerek ineceğini haber vermesi, vatmanın
şapkası ve babacan tavrı inanılmaz derecede etkileyiciydi. Ara Güler’in karlı
bir İstanbul gününde Eminönü’nde çektiği bir tramvay fotoğrafı, sahiden
oradaymışım gibi beni derinden etkilemiştir.
Tramvay, İstanbul’a gittiğimiz 1964 yılında maalesef Avrupa
yakasında kullanımdan kalkmıştı. Ancak kısa bir süre da olsa Kadıköy tarafında
tramvaya binmek ve hayallerimizin kahramanı olmak şansını yaşadık.
Bizleri etkileyen bir diğer taşıma aracı Tünel di. İETT ye
(İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel İşletmeleri) de adını veren ve hizmete girdiği 1875
yılında dünyanın Londra’dan sonra ikinci metrosu olan Tünel, Beyoğlu-Karaköy
arasında çalışıyordu. Beyoğlu’na gittiğimizde, bir Avrupa kentindeymişiz gibi
arada bir yüzümüzdeki mutlu, şaşkın ve biraz da farkında olduğumuz çocukça bir
ifade ile sadece zevk için tüneli kullanıyorduk.
BEYOĞLU
Beyoğlu… Beyoğlu… İstanbul’u gören görmeyen, tanıyan
tanımayan her gencin dünyasında ayrı bir yere sahip, sihirli, büyüleyici,
çekici bir dünyanın adıdır Beyoğlu…
Öğrencilik yıllarımızda da, İstanbul deyince akla ilk gelen,
görülmeden görülmüş, yaşanmadan yaşanmış gibi hayallerde yer bulan yerlerden
biriydi orası. Yaz kış, gece gündüz ışıklar içinde, lüks alışveriş yerlerinin,
restoranların bulunduğu, şık bayan ve erkeklerin dolaştığı, sanatçıların,
artistlerin tur attığı, gece kulüplerin ve ara sokaklarında en kalitelisinden
en reziline her türlü eğlencenin bulunduğu bir ayrı dünya idi Beyoğlu… Başta
zengin Rum ve Yahudi azınlık olmak üzere bütün Levantenlerin yaşadığı bir
yerdi. Yani, İstanbul’daki Avrupa idi Beyoğlu…
Osmanlı döneminde Beyoğlu’nun Pera olduğunu bilmiyorduk ama
İstanbul’u görmeden Taksim Meydanı, Taksim Anıtı ve Beyoğlu’nu tanıyor,
İstiklal Caddesini, Yeşilçam’ı, Galatasaraylı olarak Galatasaray Lisesini ve
Hasnun Galip Sokağını, Tüneli biliyorduk.
İstanbul’daki ilk günlerimizde kıdemli öğrencilerle bir
akşamüzeri gittiğimiz Beyoğlu, anılarımda unutulmaz izler bıraktı. Otobüsten
indiğimiz anda Türk filmlerinde gördüğümüz Taksim Meydanı görüntüleri gözümüzde
canlanmış ve anıtın bizi çarpan görkemi, meydanın sağındaki beş katlı binadaki
Fruko-Tamek reklamı, sol köşedeki Rebul Eczanesi, onun aşağısında meşhur Maksim
Gazinosu hemen dikkatimizi çekmişti. Taksilerin ve İETT’nin kırmızı Skoda
otobüslerin yoğun hareketi, trafik lambaları, koşuşturan insanlar ve de Sular
İdaresi duvarındaki ışıklı haber bantı bizi büyülemeye yetmişti.
İstiklal Caddesinde yürürken bütün insanların bana baktığını
sanarak ayaklarımın birbirine dolandığını, adımlarımın düzensizleştiğini,
kollarımı nasıl sallayacağımı ve ellerimi nereye koyacağımı bilememenin
yarattığı sıkıntıyı çok iyi (şimdi utanarak) anımsıyor, bu heyecandan dolayı
sonraları kendimi çok kınadığımı biliyorum.
İlginçtir daha ilk adımda arkadaşımın “Hey bu gelen Can
Bartu değil mi?” sözü üzerine hızlı adımlarla yanımızdan geçen Fenerbahçeli Can
Bartu’yu inanılmaz bir merak ve heyecanla seyrederken büyük bir mutluluk
duymuştuk. Can Bartu’nun tişörtü ile yeşil renkli spor ayakkabısının dikkatimi
çektiğini şimdi bile anımsıyorum.
Ağa Cami ile başlayan caddenin ön cephesinde küçük heykel ve
maskların, bitki desenlerinin işlendiği yüksek binalar, pasajlar, mağazalar,
ana cadde ve ara sokaklardaki sinemalar, barlar, eğlence yerleri, bir binanın
tümünü işgal eden Vakko mağazası, Saray Muhallebicisi, işkembeciler, sokak
köşelerinde bir şeyler satan seyyar satıcılar tam anlamıyla hayal ettiğimiz
gibiydi. Şimdiye dek görmediğimiz ancak hayal ettiğimiz bir Avrupa kentinde
gibiydik.
Bir büyük heyecanı da Galatasaray Lisesi kapısında yaşamış,
demir kapıyı ve bahçe içindeki lise binasını ve karşıdaki Beyoğlu Postanesini
hayranlık ve gıpta ile seyretmiştik. Daha sonra da Çiçek Pasajı ve Tünel’i
dolaşmıştık.
Tünel’in tam karşısındaki bir binayı eliyle gösteren
arkadaşımın “Burası Kuaför Aleksandr’ın yeridir. Özelliği insanın tipine göre
en uygun saç tıraşını sormadan yapmasıdır.” Deyince, doğrusu içimden “Acaba bir
gün ben de buraya gelebilecek miyim? Herhalde çok pahalıdır.” diye geçirdiğimi iyi anımsıyorum.
Daha ilerde bizi büyük bir sürpriz bekliyordu. Beyoğlu’nun
hristiyan özelliğini hatırlatan dev bir kilise, St. Antuan Katolik Kilisesi. Böylesine görkemli bir kiliseyi hayatımda ilk
defa görüyordum.
Taksim’e dönüp otobüsle kaldığımız eve hareket ederken
mutluluğun egemen olduğu karışık duygular içindeydim. Aklıma yaşadığım yerler,
tanıdığım insanlar, değişik yaşam koşulları, okuduğum kitaplar, izlediğim
filmler geliyordu. Her şey açıklaması ve
çözümü olmayan bir düğüm gibi birbirine karışıyordu. Beyoğlu böyle bir yerdi
belki de…
JALUZİ STORE
Beyazıt’tan Taksim’e her çıkışta Tepebaşı yokuşunda
sıralanmış işyerlerinde gördüğüm Jaluzi
Store yazısı kadar beni yoran bir şey olmazdı. Birçok işyeri ve evin
penceresinde gördüğüm için artık yabancısı olmadığım değişik renkeki enine
plastik şeritlerden, Jaluzi’nin ne olabileceği konusunda
bilgi edinmem zor olmadı. Peki Store
ne demekti? Engin İngilizce bilgime (!) ve kovboy filmlerindeki deneyimime göre
depo; ambar, dükkan olmalıydı. Burası da Jaluzi
Dükkanı’ydı. Store’un ne olduğunu
anlamam birkaç yılı aldı. Bunun gibi sağda solda rastladığımız Şarküteri, Bonmarşe
gibi sözcüklerin de ne olduğunu öğrenmek ancak zaman içinde mümkün oldu.
TERKOS SUYU
İlk sürprizi Ankara’daki gibi yine suda yaşıyoruz. Evde
musluğu açtığımızda, doldurduğumuz
bardağın ayran gibi köpüklü hali bizi hayretler içinde şaşırtmıştı.
Biraz bekleyince bardağın alttan başlayarak berraklaştığı ilgiyle gözlüyorduk.
Su temizdi ama tadı iyi değildi. “Terkos…” dedi bilenler, küçümser bir tavırla.
Bizim bildiğimiz Terkos, göl… Muhtemelen Terkos Gölü’nün suyu… “Kimse bunu
içmez…” diyordu bilenler. “Hamidiye içilir…” Hamidiye’nin büyük cam
damacanalarla evlere servis edildiğini öğrendiğimizdesu, parayla mı satılır diyerek şaşkınlığımızı
belirtiyoruz.
Buna benzer bir şaşkınlığı lokantada 15 kuruşluk şişe suyunu
içerken öğreniyor, kısa sürede “Burası İstanbul…” diyerek çabucak alışıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder