9 Aralık 2010 Perşembe

BİR ZAMANLAR DİYARBAKIR SİNEMALARI

                       
     2    -        BİR ZAMANLAR DİYARBAKIR SİNEMALARI




ÇOCUKLUK DÜNYAMIZDA SİNEMALAR…

Sinemalar çocukluk dünyamızın unutulmaz eğlence araçlarıydı. Yazlığı, kışlığı, dam üstü
seyriyle, oğlanı, kızı, iyi adamı, kötü adamı, kovboyu, şövalyesi, casusu, uzaylısıyla, makinistiyle,
çekirdeği, gazozuyla, üzüntü ve eğlencesi ile çocukluk ve gençliğimizin ayrılmaz
bir parçasıydı.

50 lerde 60 larda sinemalar dünyaya açılan sihirli bir kapıydı. Sizi bir anda yaşadığınız birkaç sokak veya mahalleden alıp duyduğunuz veya duymadığınız, okuduğunuz veya okumadığınız, hayal edebildiğiniz veya edemediğiniz bir rüyalar ülkesine götürüyordu. Sinemalar 1970 lere kadar o yılların televizyonuydu, videosuydu, CD siydi, internetiydi. En tanınmış sanatçılar, görmediğiniz şehirler, ülkeler, değişik kişilikli kahramanlar hepsi size sunulan bu dünyanın içindeydi.

Ayrıca  o yıllarda yerli filmler insanlara özellikle genç kızlara düzgün Türkçe konuşmak,  konusunda çok önemli bir görev yapıyorlardı. Özellikle İstanbul’da o zamanın köşkleri veya lüks evlerinde çekilen yerli  filmler  sıradan insanların ortak yaşantısından çok farklı yaşam şekillerini, bahçıvanı, hizmetçisi, şoförü ile, giyim kuşamları ve insani ilişkileri ile gözle görülebilir, yaşanabilir  bir masal gibi topluma sunuluyordu. Öte yandan kırsal alan filmleri ve sosyal içerikli filmler de insanların kendilerini içinde buldukları ve hoşlandıkları bir rahatlama ve mutluluk yaratıyordu.

1950 li ve 1960 lı yıllarda henüz toplumsal ciddi sorunlar ortaya çıkmadığı ve toplumun büyük çoğunluğunun benzer sosyoekonomik koşullarda yaşaması nedeni ile özellikle yerli filmler birer “ Mutluluk Habı” gibi herkesi tatmin ediyordu. Fazla geçekçi olmayan, biraz abartılı bu sinema dünyasında; iyi ile kötü, güzel ile çirkin, fakirlik ile zenginlik çatışıyor ancak en sonunda film  hep mutlu sonla bitiyor, insanlar gülerek, üzülerek ağlayarak ama çoğunlukla mutlu ve rahatlamış bir şekilde günlük hayata dönüyorlardı. O günleri yaşayanlar bugün o eski filmleri hala ilk günün merakı, sevgisi ve heyecanına ilaveten gözlerinde ve dudaklarında ancak kendilerinin hissettiği veya görebildiği bir ifadeyle seyretmektedirler.

Eski Türk filmlerinin günümüzdeki bir diğer önemi de onların artık  birer  belgesel olmasıdır. 40, 50, 60 yıl önceki İstanbul’un, İzmir’in, Adana’nın veya film çekilen yerlerin o güzelim bakir görüntülerini, Boğaziçi’ni, Çamlıca’yı, Emirgan’ı, Hilton, Tarabya veya Efes Oteli’ni, ağaçlarla kaplı tepeleri, geniş ve boş caddeleri, bugüne kadar gelebilen veya gelemeyen yapıları, eski model arabaları, evleri, mobilyaları, kıyafetleri  izlemek için bile o filmleri  tekrar tekrar görmeye değer.


Aslında Diyarbakır’da sinemanın son 50 yıllık hikayesi tüm ülkedeki gibi oldukça ilginçti.
1950-1970 arası sinemanın en parlak çağıydı. Halkın başka toplu eğlence aracı yoktu.
Sinemaya gitmek güzel hatta ciddi bir olaydı. Piyasada iyi bir film olmasa bile belirli aralarla
sinemaya gitmek bir alışkanlıktı. Özellikle iyi sinemaların gece matineleri şehrin ileri gelenlerinin
yarıştığı bir gösteri yeriydi.   
.
1970 lerin ortalarından  1990 lara kadar sinema en kötü dönemini yaşadı. Hayatımıza girmeye başlayan televizyon  yavaş yavaş sinemanın yerini almaya başladı. Önceleri haftada 3 gün geceleri birkaç saat evimize, odamıza giren ve kendine yer edinen televizyon bir süre sonra sinemayı tamamen geri plana itti, hatta çoğumuzun hayatından tamamen çıkardı.

Bu  dönemde sinema; sevilmeye alışmış ancak aniden terkedilen bir kadın gibi ne olduğunu
anlayamadı, şaşırdı kaldı. Bir kısmı bu duruma hiç dayanamadı, kısa sürede yok oldu,
kapandı gitti. Yerlerine ya yeni iş yerleri açıldı veya tümden yıkıldı, yeni binalar pasajlar yapıldı.
Bir kısmı ise yerli filmlerdeki  aldatılmış, terkedilmiş kadınlar gibi kırık dökük makyajsız hali ile
vurdulu kırdılı filmlerin veya bayağı seks filmlerinin esiri oldu.
                       
Bütün bunlara dayanabilen sabırlı sinemalar, yıllarca yeniden gelecek güzel günleri beklemeye başladı. Seyircilerin sayısı azalsa da, kalitesi düşse de en azından arada bir gelen iyi filmlerle yetinerek 90 ları beklemeye başladılar. 90 lardan sonra sinema yeniden uyanmaya başladı. Toplum televizyona, şiddet ve seks içeren filmlere doymuştu. Birçoğu gösteriş bile olsa sanat değeri  olan filmlere ilgi başlamıştı. Yeniden aydınlar, yazarlar, gençler sinemayı hatırlıyorlardı. Sinema yeniden doğuyordu.

2000 lerden itibaren sinema bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de artık varlığını kanıtlamış, yok edilemez, kişilikli bir sanat dalı olarak yaşamamakta. Çeşitli türdeki sinema eserleri ile sinema bizlere sunuş şeklini değiştirse bile insanoğlu var oldukça yaşayacak gibi görülüyor.

Kim ne derse desin: ben sinema deyince çocukluğumun sinemalarını arıyorum. 1950-1970 arasındaki o önceleri siyah beyaz sonraları renkli ve ‘Cinemascope’, mutluluk dolu, sevimli, bütün dünyaları önümüze seren güzel sinemalı yılları. Bu gün bile hala zevkle, ancak o yılları yaşayanların  anlayabileceği duygularla seyrettiğim filmleri seviyorum.

                       

DİYARBAKIR’DA SİNEMANIN  TARİHİ… NEREDEN NEREYE…

Diyarbakır’da sinemanın tarihine bakacak olursak Gazeteci Sayın Mehmet Mercan’ın kayıtlarına göre sinemanın geçmişi 1920 lere kadar uzanmaktadır. 1920 lerde Mardin Kapı, Deva Hamamı karşısındaki  eski “Rum Kilisesi”nde, 1925 lerde ise eski Borsa Hanın arkasındaki daha sonraları Yavuz Selim İlkokulu olarak kullanılan “Süryani Katolik Kilisesi” nde ilk gösterimlerin yapıldığı anlaşılmaktadır. 1936 larda ise Dağkapı’daki  Hakevi’nin açılması ile o zamanlara göre çağdaş sinemacılık başlamıştır.

Benim hatırlayabildiğim tarih olan 1950 lerden 1070 lere  Diyarbakır’da birçok sinema faaliyetini sürdürüyordu. Yenişehir, Atlas, Dilan, Nilgün, Güler, yazlık Yıldız,Ordu Evi, Ar, Emek Sinemaları dayanabildikleri, nefeslerinin yetebildiği  kadar değişime dayandılar ve sonunda hepsi  birer tarih oldular.

Yenişehir Sineması. Dağ Kapıdaki eski Halkevi binasının sinemaya çevrilmesi ile  faaliyete geçmişti. Avusturya’lı tanınmış bir mimarın çizdiği çok güzel bir binaydı. Cephesinde göze hoş gelen dikine yerleştirilmiş sütunlar vardı. Bir alt salon ve geniş bir balkonu vardı. Bu geniş balkon nedeni ile alt salonda balkon altına gelen yerdeki yuvarlak sütunlar görüşü nisbeten engelliyordu. İdeal bir Kültür Merkezi olabilirdi. Hemen bitişiğinde yazlık kısmı vardı. Maalesef 80 li yıllarda  yıkıldı. Yıllar sonra şimdi aynı yerde Dağkapı surlarına çok yakın bir yapı dikildi.

Atlas Sineması. İnönü Caddesi üzerindeydi. Aslında 1942 yılında  yapılan ve ilk ismi Esin Sineması olan bu gösteri merkezi, daha sonra sırası ile Sümer, Melek ve Atlas Sineması adlarını aldı. 80 li yıllarda iş merkezi yapılmak üzere yıkıldı.
                       
Dilan Sineması. Yapıldığı yıllarda Diyarbakır’ın, Türkiye’ nin  en büyük sinemasıydı. Dağ Kapı’da Çocuk Parkı’nın karşısında, Ordu Evi’nin yanındaydı.  50 li yıllarda  yapımı ve açılması olay oldu. O günkü ulusal basında Balkanların en büyük sineması olarak tanıtıldı. Sinemada mükemmel bir alt salon, üstte geniş ve rahat bir balkon ve arada sadece localardan oluşan bir ara kat  bulunuyordu. Cemil, Cezayir ve Nejat  Dilan Kardeşlerin sahibi olduğu ve çalıştırdığı bu dev binada  toplam 1900 kişilik oturma yeri ve  70 adet loca vardı. Yüksekliği ve geniş sahnesi ile daha çok bir opera binasına benziyordu. Çünkü İtalya’daki opera binalarından esinlenerek yapılmıştı ve mimarı Ermeni Mimar Mühendis Harutyan Sarafyan’dı.

Dilan Sineması 1954-1955 yıllarında yapıldı. Her sabah Ulu Cami Mahallesindeki evimizden Ziya Gökalp Orta Okulu’na giderken  Dilan Sineması inşaatının yakınından geçerdik. Şimdilerde bu usul var mı bilmiyorum ama o yıllarda inşaatların tepesine asılan Türk Bayrağı’na her sabah bakar, inşaat hakkında yorumlar yapardık.

Sinemanın açılış filmi olan William Holden’in ‘Piknik’ filmi uzun süre hafızalardan silinmedi. Açılıştan hemen sonra hem sinemayı hem de Piknik’i gören bizim gibi şanslılar görmeyenlere haklı bir hava atma imkanı bulduk. Duvarlarda asılı en tanınmış artistlerin portreleri hayranlıkla seyrediliyordu. Asıl filmin başlamasından hemen önce  sinema sahiplerinden Sayın Nejat Dilan’ın mükemmel bir bas sesle bir sonraki programı okuyan sesi uzun yıllar geçmesine rağmen hala onu dinleyenlerin kulaklarındadır.

Dilan Sineması uzun yıllar en parlak şekilde hizmet verdi. Film gösterimi dışında konser, toplu gösteri, toplantı gibi amaçlarla da kullanıldı. Bir süre sonra yanına yazlık ‘Site’ sineması açıldı. Ancak 80 lerin sonunda sinema kapandı. Ana salon düğün salonuna çevrildi. Sinema 4 yıl kapalı kaldıktan sonra yapılan değişiklikle 5 küçük sinema salonu ile yeniden açıldı. Günümüzde yaşam kalım mücadelesi veriyor.

Dilan Sineması, Yenişehir Sineması gibi Diyarbakır kültür hayatında hak ettiği değeri ve yeri bulamayan yapılardan oldu. Her iki bina da ideal bir “Kültür Merkezi” olabilirdi. Yazık oldu.

Güler (Dicle) Sineması.  Mardin Kapı semtindeydi. 70 li yıllarda kapandı ve bir imalathane  haline getirildi.

Nilgün Sineması. İnönü Caddesinin arka sokağındaydı. Oldukça büyük bir salon ve balkonu vardı. Yanında yazlık kısmı bulunuyordu. Kışlık kısmıyla ilgili unutulmaz bir anım 1961 yılında büyük tanıtımlardan sonra gösterme giren Göksel Arsoy’un  ‘Kızıl Vazo’ filmiyle ilgilidir. Filmin reklamı öylesine yapıldı ki bilet bulmak mesele oldu. Gösterinin ilk gecesinde inanılmaz bir kalabalık vardı. Film başladı sonra birden elektrikler kesildi. Seyircide büyük bir hayal kırıklığı ve tepki  doğdu. Beklemeye rağmen elektrikler gelmeyince gösteri o gece iptal edildi, aynı biletler ertesi gün için geçerli sayıldı. Neyse ki ertesi gün  gösteri sorunsuz yapıldı. Yıllar sonra televizyonda  eski Türk Filmleri  arasında bu filmi her seyredişimde o geceyi en canlı şekilde yaşarım. Filmdeki bir hatayı da anımsamadan edemem. Bir sahnede aynaya tebeşirle yazılan yazının prova artıkları ve objektifin altından geçen görevlinin haffçe görülen sırtına hala gülerim. Bu güzel salon 70 li yıllarda düğün salonuna çevrildi.
                       
Ar Sineması. 60 lı yıllarda açıldı. Şehir içinde Ulu Caminin yakınındaydı. O dönemin en kaliteli filmlerini getiren müşteri kalitesi iyi olan bir sinemaydı. 70 li yılarda kapandı.
                       
Emek Sineması. İzzet Paşa Caddesindeydi. Yeni sinemalardan biriydi. 70 li yıllarda açıldı. Salonu geniş, oynattığı filmler kaliteliydi. Yanında yazlık kısmı vardı. 90 ların sonunda kapandı.
                       
Ordu Evi Sineması. Halen Astsubay Ordu Evi olarak kullanılan kısımdaydı. Küçük bir salonu vardı. Kaliteli filmler getirilirdi. Eskiden asker olmayanlar da bu sinemaya girebilirdi. Maxmillian Shell ve Tony Curtis’in  sirkle ilgili filmi  (sanırım Trapez) uzun süre beğeni ile izlendi.
                       
Yıldız  Sineması. Sadece yazlık kısmı vardı. Şimdiki Galeria İş Merkezinin bulunduğu yerdeydi. Çevresi açık olduğu için yaz aylarında  gece yarısına doğru  tatlı bir serinlik olurdu. Sinemanın cadde tarafında şimdiki Galeria’nın yerinde şehrin sur dışındaki sayılı apartmanlarından olan “Ayyıldız Apartmanı” vardı. 3 katlıydı ama bize gökdelen gibi gelirdi. Sinemada arkada masalar, önlerde ise bank ve sandalyeler vardı. Bu sinemayı her hatırlayışımda aklıma “Kabil’li Baba” filmi gelir. Yıllar sonra Afganistan’la ilgili her haber bana tekrar tekrar bu filmi anımsatmıştır. Yıldız Sinemasının arkası, gençler için özel bir yerdi. Gözden uzak içkili ve vurdulu kırdılı gençlik serüvenleri için çok uygundu. Bu alan uzun süre top sahası, direksiyon öğrenme yeri ve resmi bayramlarda tören alanı olarak kullanıldı. Yazlık Yıldız Sineması 80 li yılların başında kapandı, alana adını veren Ayyıldız Apartmanı yıkıldı ve yerine kocaman  Galeria İş Merkezi yapıldı.
                       
Günümüzde sinemalar AVM lerin içinde yeni çağa, yeni nesillere hizmet vermenin mücadelesi içindeler. Koltuk sayıları azaldı ama sayıları ve sundukları hizmetlerin kalitesi arttı. Bu tip sinemaları nasıl bir geleceğin beklediğini muhtemelen çok ilerde göreceğiz. Ama bizim özlediğimiz sinemalar  her zaman o eski sinemalar olacaktır.


                                        
                                            
 DİKKAT    DİKKAT…

O yıllarda Diyarbakır’da vizyona yeni giren  filmlerin tanıtımı başlı başına bir olaydı. Filmin reklamı, özellikle de beklenen, merak edilen önemli bir filmin reklamı günlerce önceden başlardı. Birkaç türlü film tanıtımı vardı.

En klasiği şehrin belli yerlerinde duvarlara film afişlerinin iliştirildiği tahta çerçeveli panolar asmaktı. Muhtemelen her sinemanın yeri belliydi. Gösterimdeki filmler değiştikçe bu afişler de değiştirilir, yoldan geçenler göz ucuyla veya bizim gibi çocukların yaptığı gibi uzun süre hayranlıkla ve hesapsız yorumlarla incelenirdi. Filmi görenler afişteki sahnelere dayanarak en çarpıcı yorumları yaparlardı. Filmlere ilgili yorumların yapıldığı bir yer de sinema kapıları veya giriş kısmındaki afişler ve filmden karelerin yer aldığı küçük fotoğraflardı. Büyük afişin çevresine dizili fotoğrafların gösteriden önce veya sonra hararetle tartışılması özellikle filmi görmeyenlere gerekli bilgilerin verilmesi (tabiî ki abartılarak) işin en zevkli yönlerinden biriydi.

Bir  diğer yöntem faytonla film afişlerinin şehir içindeki sokaklarda dolaştırılmasıydı. Bir faytona film tanıtım afişinin asıldığı tahta pano yerleştirilirdi. Tahminen 1.5 x 1.5 m. boyutlarındaki bu panoya oynayan 2 filmin afişleri çivilenirdi. Çivileme, kağıt film afişinin köşeleri ve delik yerlerine çakılan küçük çivilerden geçirilen  beyaz bir iple yapılırdı. Bu şekilde  hem afiş rüzgarda havalanmaz hem de afişi değiştirmek daha  kolay olurdu. Film panosunun taşındığı faytona binen görevli tenekeden yapılmış megafona benzer bir aletle birkaç dakikada bir filmi tanıtıcı sözler söylerdi. ’Teneke Megafon’, ağız tarafı küçük, diğer tarafı büyük tepeleri bağlantılı ve açık iki koniden ibaretti. Görevli küçük koniden bağırdığı zaman ses büyük koniden güçlenerek çıkar, dalga dalga çevreye yayılırdı. Görevli genellikle ‘Dikkaattt …Dikkat.  Bugün saat 2 de …… sinemasında… (Burada biraz bekler  ve insanların kulak kesilmesine zaman tanırlardı .)……filmi… Baş rollerde ….(Genellikle önce erkek artist söylenir)  ve…….(Kadın artistin adı verilirdi). Fayton şehrin en dar sokaklarına kadar girer, özellikle bütün kadınlara sesini duyurur, sonra görevini tamamlar giderdi. Çocuklar görevlinin yanında faytona binmeye can atar,bu şansı ele geçirenler günlerce en sıkı şekilde havasını atarlardı.

Diğer bir tanıtım yöntemi de sinemada filmin başlamasından hemen önce yapılan “Gelecek Program” adı altında yakın zamanda oynayacak filmlerin tanıtımıydı. Özellikle Dilan Sinemasında her film gösteriminden önce son derece etkili kalın bir erkek sesi ile ve büyük bir ciddiyetle yapılan anonslar unutulmazdı.

                                              

HAYDİ SİNEMAYA…

Kışlık sinemalar ikişer katlıydı. Alttaki ana salonun arka, üsteki balkonun ön, yan ve arka kenarlarında localar bulunurdu. Oturma yerleri uzun yıllar tahta idi. Daha sonra balkondan başlayarak koltuğa dönüşmeye başladı. Localar normalde dört kişilikti. Ancak ilavelerle 6 kişiye çıkabiliyordu.
                       
Aileler  kaide olarak balkonu ve özellikle locaları tercih ederlerdi. Filmin başlamasına yakın şehrin sinemaya düşkün zenginleri ve ileri gelenleri gelir ve büyük bir ciddiyetle yerlerine otururlardı. Film bitiminde genellikle yazılı olmayan bir kaide işlerdi. Aileler veya genç kızları olanlar ya filmin bitmesine birkaç dakika kala veya fim bittikten ve salon boşaldıktan sonra kalkarlardı.

Kışlık sinemalar gündüz matinelerini saat  14.00 yani saat 2 de  yaparlardı. Gece gösterimi (suare) ise mevsimine göre 6 veya 7.30 da olurdu. Uzun yıllar her gösterimde iki film oynatılırdı. Bayram günleri ise özel matineler olur, birkaç film art arda gösterilirdi. Genellikle ilk gösterim saat 10 da başlar saat 2 ye kadar sürerdi.

Asıl filmden önce gösterilen gelecek filmlerin ‘parça’ ları biraz uzun kaçmışsa seyircinin ıslıkları bunu hemen hatırlatırdı. Filmin gösterimi sırasında elektrikler kesilince bütün salon ıslıktan çınlar, seste veya görüntüde bir aksaklık olduğu zaman ise seyircilerin gür sesle bağırmaları gecikmezdi; ‘Makinistttt…’


Yazlık sinemalar ayrı bir eğlence mekanıydı. Kışlık sinemalar gibi yazlık sinemaların da  arka kısımlarında sıra ile localar bulunurdu.  Seyirciler tahta sandalyeler veya uzun tahta  kanepelerde  otururlardı. Oldukça sert ve dayanıklı olan, bağlantıları demirlerle bağlanan bu sandalyeler kışın bir tarafta istiflenir yazın yeniden kullanıma sunulurdu. Film başlamadan saatler önce sinema çevresinin bütün ışıkları yakılır,yüksek perdeden günün moda müzik parçaları çalınırdı. Filmin sesi olabildiğince açılır, sesin mümkün olduğunca yayılması sağlanırdı.  50 li ve 60 lı yıllarda Diyarbakır küçük, yerleşim alanı sınırlı ve yüksek binaların olmadığı bir şehir olduğu için, yaz aylarında  özellikle ilerlemiş saatlerde şehrin herhangi bir yerinden yazlık sinemalardan yayılan  filmin müziğini hatta zaman zaman konuşmalarını takip etmek mümkün olabilirdi. Tipik bazalt taşından yapılmış şehir evlerinin avlularında veya toprak damlarında tahtlarda parlak yıldızlarla dolu gökyüzüne bakarken duyulan  sesler ve konuşmalar bizlere  filmi izliyormuş gibi ayrı  bir zevk verirdi.
Yazlık sinemalara komşu evlerin damları azından çoğundan mutlaka birkaç gözaçık izleyiciyi misafir ederdi. Hatta bu tip evlere güzel filmler için özel misafir çağrılırdı. Yıldızlarla dolu gökyüzünün altında çaylarını içen erişkinlerin yanında  ilerleyen saatlerde üşümeye başlayan, uykusu gelen ve kıvrılarak hayatlarının en güzel uykusunu çeken çocuklar olurdu.

90 lı  yıllara kadar sinema salonlarında yaygın olarak yenen kabuklu çekirdeğin çıkardığı ‘çıt,çıt,çıt..’ sesi fon müziği gibi film sonuna kadar devam ederdi. Uzun yıllar ilk sırayı alan ve çıtlaması maharet gerektiren “Kavun Çekirdği” nin yerini  daha sonraları “Kabak Çekirdeği” aldı. Ancak  çok sonraları bütün sinamalarda çekirdeğin saltanatı sona erdi. Arada bir o dönemlerin tek içeceği olan Uludağ veya Ünal  Gazozlarını satan çocukların söylediği ‘Gazozz’ sesleri, metal gazoz açacağının şişelere sürtülmesi ile oluşan seslere karışır, gazoz isteyen çocukların isteklerini devamlı taze tutardı. Gazozlara daha sonraları daha modern olan ‘Frigo’ ve ‘Eskimo’ ilave oldu.  O yıllar henüz kolalı içecekler ve patlamış mısır ile toplum tanışmamıştı.   

Çocuklu ailelerin sinemaya gidişleri de dönüşleri de bir olaydı. Sinemaya kimlerin götürüleceğine karar verilir, gidemeyenler üzülür, götürülmesi düşünülmeyen çocuklar ya başka bir ödülle ikna edilir veya bir punduna getirilip habersiz gidilirdi. Çocuklu ailelerde asıl sorun dönüşte yaşanırdı. Çocuklar uyumuşsa ya zorla yürütülür veya herkes bir çocuğu sırtlayarak evin yolunu tutardı. Yaz aylarında bu fazla bir sorun olmazdı ama  kış aylarında bir de soğuk, rüzgar özellikle kar varsa özel arabaların olmadığı o yıllarda eve varmak tam bir fedakarlık  gerektirirdi.                                   


Çocukluk döneminde sinemaya genellikle gündüzleri ve daha büyük bir aile üyesi ile beraber gidilirdi. Film iyi ise ailece ve gece de sinemaya gidilirdi. Yalnız bunun için ileri sürülen ancak hemen hiç uyulmayan bir şart vardı. O da sinemada uyumamaktı. Sinemaya toplu halde gitmek iyiydi ama dönüşte filmin yarısında uyuyan çocukları uyandırmak, çekiştirerek yürütmek veya en kötüsü kucakta taşıyarak eve kadar getirmek ana babaların haklı olarak  hiç hoşlanmadığı bir şeydi. Ertesi sabah ‘Ben demedim mi? Bir daha seni gece sinemaya götürmek yok.’ Tehdidi yapılsa bile, bir sonraki filmde hem çocukların ısrarı hem de ana babaların yufka yüreği sonucu aynı şeyler tekrarlanırdı.

Çocukluktan gençliğe geçiş döneminin en önemli işareti artık tek başına veya arkadaşlarla gündüz ve bazen da gece sinemaya gitmekti ve bu durum gençler için artık kendini ispat etme ve statü kazanma göstergesiydi. Bunu elde eden gençlerin elde edemeyen  daha sıkı aile gençlerine karşı belirgin bir moral üstünlükleri olurdu.

Çocukluk ve gençlik çağlarında sinema ile ilgili en şaşmaz  kurallardan biri bayramlarda geçerliydi. Bayramlarda, tabii ki dini bayramlar, sinemaya gitmek bayramda yapılacak işlerin başında gelirdi. Gidilecek heyecanlı veya artisti meşhur bir film varsa zaten sorun yoktu. Böyle bir film olmasa da yine sinemaya gidilirdi. Genellikle bayram günleri sinemalar gündüz seanslarında ikiden fazla film oynatırlardı. Bundan daha iyisi olamazdı. İstediğin zaman gir, sıkıldığın zaman çık. Genellikle bayramlarda reklamı bolca yapılan tarihi filmler veya iyi macera filmleri oynatılırdı.

Sinemalar sadece çocukların değil, erişkinlerin ve özellikle kadınların dünyasında da ayrı yere sahipti. Genellikle Cuma günleri saat 2 de yapılan  ‘Kadınlar Matinesi’ kadınların en önemli sinema saatiydi. Tabii ki gösterilerde  kadın, çoluk, çocuk, bebeklerden oluşan   seyircinin çıkardığı  konuşma, sohbet, yorum, ağlama, kızma sesleri film sesini bastırırdı. Hele film acıklı ise özgürce ağlama seslerine kimse mani olmak gereğini duymazdı.
Beğenilen filmler günlerce konuşulur, görmeyenler en kısa zamanda filmi görmeye gider, gidemeyenler ise kaçırdıkları için hayıflanırlardı.

Kadınların sinemaya gitmeleri her zaman kolay değildi. Birçok erkek karısının sinemaya gitmesini istemezdi. Genellikle erkekler arkadaşları ile kendi aralarında geceleri sinemaya giderlerdi. Kadınlar da doğal  olarak grup halinde kadınlar matinesini beklerlerdi. Kadın erkeğin beraberce sinemaya gitmesi ‘Asrilik’ belirtisiydi. Kadınların kocalarından veya kaynanalarından habersiz sinemaya gitmeleri durumunda zaman zaman doğan küçük aile faciaları mahalle dedikodularının önemli malzemelerinden biriydi. Şehrin ileri gelenleri, zenginleri ise özellikle gece matinelerine giderler, balkondaki localarına yerleşirler ve çoğu zaman filmden çok diğer localardakileri süzerlerdi.

                                                          
Yaşlılar sinemadan, tiyatrodan hoşlanmazlardı. Onlara göre sinema ama özellikle tiyatroda çıplak kadınlar vardı, görmek ayıptı hatta günahtı. Ancak bu belki de kendi dünyaları ve geçmişlerine göre haklı olan azınlığın dışında kimse sinemadan şikayetçi değildi. Buna rağmen 50 li yıllarda öyle bir film geldi ki Diyarbakır’a buna hiçbir yaşlı dayanamadı. Böylece sinemanın en azından bazen yararlı olabileceği fikri onların da kafasında yer etti. Bu film ‘Hac’ filmiydi. Siyah-beyaz ve galiba sesiz olan bu film bir hac dönemini anlatıyordu. Film günlerce, haftalarca oynadı, bütün ‘millet’ sinemaya taşındı. Böylece yaşlıların da sinema yasağı sona ermiş oldu.

Gençlere ve çocuklara sinemayı sevdiren bir diğer olay da ‘Dünya Kupası’ filmiydi. 50 lerin son yarısında oynayan bu filmi, seyretmeyen ve yorumlamayan hiç kimse kalmadı. Aylarca konuşuldu.




KİMLER GELDİ  KİMLER GEÇTİ  SİNEMA DÜNYAMIZDAN…


Yerli film sanatçıları herkesin yakından tanıdığı kahramanlardı. Masum yüzüyle ve genellikle kötü kaderiyle herkese sevimli gelen Muhterem Nur, filmlerin şaşmaz kötü adamı Ahmet Tarık Tekçe, ince bıyıklı, tipik bir halk kahramanı olan Eşraf Kolçak, yakışıklı Turan Seyfioğlu, “Küçük Hanımefendi” Belgin Doruk ve tabiiki Ayhan Işık,  unutulmaz karakter sanatçısı Suna Pekuysal, Ahmet Tarık Tekçe’nin varisi Hüseyin Baradan, karakter sanatçıları Suphi Kaner, Necdet Tosun, Suna Pekuysal, Adile Naşit, Münir Özkul,  Kenan Pars, Vahi Öz, Bedia Muvahhit, Feridun Çölgeçen, Nubar Terziyan, Sami Hoşses, Sulhi Kaner, Salih Tözün,  unutulmaz starlar  Orhan Günşiray, İzzet Günay, Fikret Hakan, Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik, Yılmaz Güney, bir zamanların Ayşeciği Zeynep Değirmencioğlu, Cilalı İbo Freridun Karakaya ve daha niceleri, niceleri… İsimlerini unutmadığım filmler arasında  Şimal Yıldızı, Kanun Namına, Avare Mustafa, İstanbul’da Aşk Başkadır, Ölmüş Bir Kadının Evrakı Metrukesi, Sazlı Damın Kahpesi, Susuz Yaz, Şoför Nebahat, Gurbet Kuşları ve daha bir çokları. Film jeneriklerinin unutamadığım bir ismi de  Yorgo İliadis idi. 

Meşhur yabancı filmler; Baytekin’in maceraları, Johny Weismuller’li Tarzan filmleri, On Emir, Spartakus,Vikingler, Herkul, Masis, Anibal , Samson ve Dalila, İrlandalı Kız, Trapez, Kral ve Ben gibi unutulmaz filmler olarak haftalarca, aylarca konuşulur ve tartışılırdı. Siyah beyaz film döneminde Lorel Hardy ikilisi ve Şarlo’nun filmleri de unutulmazlar arasındaydı. Lorel ve Hardy’ nin konuşma aksanları, yüz ifadeleri ve sakarlıkları çok güzeldi.
Jerry Lewis-Dean Martin ikilisinin komedi türündeki filmleri (toplam olarak 7 veya 8 adetti) kaçırılmayacak filmlerdi. Jerry Lewis’in komik yüz ifadeleri ve  saf  davranışları çok hoşumuza giderdi.

Hint filmleri dönemi, kulağa hoş gelen şarkıları, göze hoş gelen uzak doğu dansları, kıvrak hareketleri ile bahçelerde, ağaçların, çiçeklerin arasında dans eden dansözleri ile unutulmazdı. 50 li yılların en unutulmaz Hint filmlerinden biri meşhur ‘Avare’ filmiydi. Film öylesine ilgi gördü ki en uzun süre oynayan film oldu. Avare’yi görmeyen, filmde ağlamayan kadın, yorum yapmayan çocuk kalmadı. Yıllar sonra yurtdışında tanıştığımız Hintlilerle en önemli ortak konuşma noktamız Avare filmi ve Raj Kapor oluyordu. Hintliler bundan büyük bir zevk ve onur duyuyorlardı.

Yabancı filmler arasında tartışmasız en beğenilenler genellikle yenilmelerine rağmen hepimizin sempati beslediği Kızılderililerin görüldüğü  “Kovboy Filmleri” idi.  Kovboyculuk oyunu dar sokak aralarında tahta tabancalarla oynanan en popüler oyundu.

Mahallede hemen hemen her erkek çocuğun bir tabancası vardı. Tabancaların    çoğu tahta veya kontrplaktan yapılırdı. Bunların üzerine  önce bir tabanca resmi çizilir sonra bir marangoza oydurulurdu. Oyuncak tabancalar ise ya bayramlarda kullandığımız  küçük siyah pat pat tabancası veya şerit halinde çatapatların takıldığı metal tabanca şeklindeydi. Bu tip tabancalar pahalı olduğu için herkeste yoktu. Bu tabancaların,  üzerinde küçük yaprak desenlerinin olduğu beyaz nikelajlı bir namlusu ve yine  üzerinde boynuzlu bir hayvan kabartmasının  (galiba öküz veya boğa) olduğu kabzası vardı. Çok havalıydı. İstanbul’dan getirilebilecek en değerli hediyelerden biriydi. Gazi Caddesi’ndeki “Mavi Köşe” mağazası, çocukların hayranlık ve merakla baktıkları oyuncak dünyalarını zenginleştiren  bir dükkan olarak bizim dünyamızda yer alıyordu. Hiçbir şey bulunamıyorsa kelle paça yapımı sırasında ortaya çıkan büyük baş hayvan alt çene kemiği mükemmel bir tabanca olarak işe yarıyordu. Çene mafsalına yakın kesim kabza alt çene kısmı ise namluydu. Her ne kadar hayvanın dişleri namlunun altında sıralanıyor idiyse de olsun, bunlar da tabancaya ayrı bir güzellik katıyordu. En klasik kovboyculuk oyunu “Kıpırdama” idi. Dar sokaklarda veya geniş avlulu evlerde saklanarak, gizlenerek oynadığımız bu oyunun zevkini şimdi bilgisayar başında “Sanal Savaş” oyunu oynayan çocukların aldığını hiç zannetmiyorum.


                             



                                     
BENİM  SİNEMACILIĞIM …  veya    BUYRUN BENİM SİNEMAMA…                   


Çocukluğumun sinema ile ilgili en ilginç anılarından birisi evde yaptığımız film gösterisiydi. İnanılmaz gibi görünüyordu ama gerçekten de bir ayna, bir mercek, birkaç film karesi, küçük bir karton kutu ve karanlık bir masa altı ile sinema gösterisi yapıyorduk.

Ayna bulmakta sorun yoktu. Mercek olarak evdeki nereden geldiğini tam olarak bilmediğim etrafı açık sarı metalle çevrili, elle tutulabilen  küçük bir halkası olan bir ince kenarlı mercek kullanıyorduk. Film karelerini sinemaların yakınlarında özellikle Nilgün Sinemasının çevresinde buluyorduk. Bunlar muhtemelen film gösterime hazırlanırken bozulan veya makara sonuna gelen artıklardı. Bu film parçalarını özenle uygun şekilde kesiyor hazırladığımız karton kutunun iki tarafındaki uygun boşluklardan birisine filmi, diğerine ise  merceğimizi yerleştiriyorduk. Şehir evimizin avlusunda güneşin altına koyduğumuz bir sandalyenin üzerine yerleştirdiğimiz ayna ile  istediğimiz yere ışığın yansımasını sağlıyorduk. Bundan sonrası kolaydı. Evimizin taş oda dediğimiz zemin katındaki odadaki  masa altı bizim sinema salonumuzdu. Masanın çevresini koyu renkli örtülerle kapatır sadece yansıyan güneş ışığının gireceği kadar bir boşluk bırakırdık. Bu boşluğa mercek ve film yerleştirilmiş kutuyu tuttuğumuz zaman sinema gösterimiz başlıyordu. O küçücük film karesi karşı duvara 5-10 kat büyütülmüş olarak yansıyordu. İşte size bedava sinema. Sinema dediğimiz sadece 3-4 film karesinden ibaretti ama olsun. Gerisi sizin hayal gücünüze kalmış. İstediğiniz kadar seyredin istediğiniz kadar yorum yapın. Özellikle renkli film karelerini uzun uzun büyük bir ciddiyetle ve ses çıkarmadan izler kısık bir sesle düşüncelerimizi söylerdik. Ne de olsa sinema salonundaydık ve sessiz olmamız gerektiğini biliyorduk. Bu film karelerinden iki tanesini hala bütün canlılığı ve ayrıntıları ile hatırlarım. Filmlerden birinde atlı iki kovboy vardı. Atların biri siyah diğeri kırmızıydı. Kovboyların şapkaları, birinin ceketi, diğerinin gömleği, tabancaları, pantolonları, atların üzengileri ve arkadaki manzara unutulur gibi değildi. Diğer filmde ise bir salonda tezgaha dayanmış bir kovboy, tezgahın arkasında şişman ve kafası kel barmen ve arka planda o kovboy filmlerinin değişmez kadın kahramanlarından biri  siyah arkaya doğru bağlanmış saçları, dik göğüslerini kapatan beyaz gömleği, dar beli ve geniş eteği ile duruyordu. Bilmem hangi filmin tanınmış veya tanınmamış bu kahramanlarını bugün görsem hemen hatırlarım gibi gelir bana.

Evdeki sinema gösterimiz denediğimiz ve başaramadığımız paralı tek uygulamaya rağmen zaman zaman tekrarlandı. Film gösterisinden para kazanmak gibi ticari bir istek ve kurnazlıkla komşu çocuklarından birinden para istedik. Çok değil, sadece 5 kuruş. Çocuk biraz sonra elinde para sevinçle geldi. Büyük bir zevkle gösteriye başladık ve bitirdik. Biz hayatta ilk defa para kazanmanın zevkini yaşarken biraz sonra komşu çocuğu gayet üzgün bir surat ve uzamış dudakları ile geldi. Ağlamaklı bir ifade ile ‘Annem kızdı, paramı geri verin’  dedi. Para kazanma zevkimizi daha ileri yıllara bırakıp yeniden ücretsiz gösterilere başladık.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Çizgi Romanlar

                                  1 -   ÇİZGİ  ROMANLAR



                   Çocukluk dünyamızın  en tatlı anıları arasında çizgi romanlarla ilgili olanlar başta gelir. Okuma yazma çağından ta yüksek öğrenim çağına kadar bu dünya içinde doyasıya yaşadık. Bu dünyanın kahramanları ile tanıştık, onları çok sevdik, çocukluğumuzun bütün değerlerini onlarla paylaştık ve onları hiç unutmadık.

Aslında çocuk dergileri ve çizgi romanlarla ilk tanışmamız 1950 lerin başında Doğan Kardeş’le oldu. Doğan Kardeş çok kaliteli bir dergiydi.  Yazı ağırlıklı olmakla beraber içerisinde çocukların ve gençlerin hoşlanabileceği her şey vardı. 

Kısa bir süre sonra Çocuk Haftası onun yerini aldı. Diyebilirim ki çocukluğumuzun şekillenmesinde Çocuk Haftası’nın çok önemli bir yeri oldu. Bu dergi ile tanınmış Türk ve yabancı yazarları tanıdık, hikayelerin, şiirlerin en güzel örneklerini okuduk. Ömer Seyfettin, Kemalettin Tuğcu  gibi yazarları öğrendik. Derginin her sayısında hikaye, tarihi konular, şiirler, bilmece-bulmaca ve ilaveten çizgi romanlar vardı. Özellikle Yıldırım Kaptan’ın maceraları bizleri küçük dünyamızdan alıp uzaya, diğer gezegenlere götürüyor, birbirinden ilginç olaylara sokuyordu. Bu dergi ile, okumanın, bazı konulara ilgi duymanın zevkini tam zamanında aldık  Çocuk Haftası yıllarca  yayına devam etti. Benim 50 li 60 lı yıllarda biriktirdiğim ve özenle hala sakladığım o dergilerin yanında bugün çocuklarımın 70 li 80 li yıllarda biriktirdiği dergiler beraberce, eğer hala o dergi çıkıyorsa üçüncü neslin yeni dergilerini sessiz ama sabırla bekliyorlar. Bu dergileri şimdi bile  okuduğumda duyduğum zevki ve yüz ifademi ancak bu duyguları yaşayanların anlayabileceğini sanıyorum.

Gerçek anlamda çizgi romanlarla ise 1950 lerin başında Pekos Bill ile tanıştık. Pekos Bill büyük boy bir dergiydi. Karşılıklı iki sayfası renkli diğer iki sayfası siyah beyazdı.  Pekos Bill bir kovboydu. Atı, boynuna asılı şapkası ve pantolonunun her iki yanından sakan püskülleri ,tabancaları ile kusursuz yakışıklı bir kahramandı. Özellikle  uzun kemendini çok büyük bir ustalıkla kullanıyordu. Amerikanın uçsuz bucaksız düzlüklerinde, yüksek dağlarında, sık ormanlarında kötü adamlarla mücadele ediyordu. Özellikle renkli sayfalar bize donmuş film kareleri gibi geliyordu. Uzun uzun  büyük bir hayranlık ve merakla bu hayal ötesi ülkenin  dağlarına, yüksek ağaçlarına, çağlayanlarına, mağaralarına, coşkun akan nehirlerine bakardık. Sadece bir veya birkaç mahalleye sıkışmış dünyamızı zenginleştiren bu resimlerle  bir anda başka dünyalara geçerdik.

Yine aynı dönemde yayınlanan Kızıl Maske ve Mandrake  diğer sevilen çizgi romanlardı. Kızıl Maske’nin siyah atı, Mandrake’nin yardımcısı Abdullah bu romanların unutulmaz diğer kahramanlarıydı.

Kısa süre sonra çocuk dünyamızın en önemli ve hala unutamadığımız iki çizgi romanı ile tanıştık. Bunlar orta boy iki dergi olan Tom Miks ve Teksas’tı. Tommiks-Teksas aslında İtalyan işi bir çizgi romandı.

Ülkemizde çocukluk ve gençlik döneminde bu kahramanlarla tanışmayan ve onları sevmeyen kimse olabileceğini zannetmiyorum. Uzun yıllar geçmesine rağmen bu çizgi romanların, bu kahramanların hala bu kadar sevilmesinin sebebi neydi? Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hala devam eden bu başarının nedeni, kanıma göre seçilen çizgi roman kahramanlarının ve konuların o yaş grubundaki çocuklar için çok uygun olmasıydı. Önde gelen kahramanlar son derece sevimli ve ilginç kişilerdi. Romanlarda macera konuları bizden farklı bile olsa gerçek ilişkiler cereyan ediyordu. Her şey çocuk dünyasına uygundu. Kahramanların kuvvetlisi, zayıfı, akıllısı, aptalı, kurnazı, safı, güzeli, çirkini  hepsi vardı. Herkes kendinden bir şeyler bulabiliyordu bu dünyada.

Öte yandan bu çizgi romanlar okuyucularına çok doğru mesajlar veriyordu. Aynen hayatta olduğu gibi  hep iyi ile kötünün mücadelesi vardı. Kötüler zaman zaman öne geçse bile sonunda  hep doğruluk, iyilik ve güzellik kazanıyordu. Baş kahramanlar daima doğrudan yanaydılar, verdikleri sözleri mutlaka tutuyorlardı  ve düşmanlarını bile affedebiliyorlardı. Arkadaşlık duyguları çok kuvvetliydi. Aşırı şiddet yoktu. Bunlar çocuklar için çok güzel mesajlardı.

Çizgi romanların ilgiyle okunmalarının ve sevilmelerinin nedenlerinden biri de eğitici olmalarıydı. Bu romanlar kim ne derse desin bir kültür hizmeti veriyordu. O yılların televizyondan, radyodan, internetten ve hatta çeşitli görsel yayın organlarından habersiz çocuklarına (bir kısım  erişkinler dahil) inanılmaz derecede  ilginç ve güzel bir dünya sunuyordu. Ancak kitaplardan okuduğunuz bir dünya gözlerinizin önündeydi. Değişik bir coğrafyanın içine giriyordunuz, ilginç tiplerle tanışıyor,yeni şeyler öğreniyordunuz.

Çizgi roman dünyası ile isimlerini duyduğunuz veya nadiren de olsa filmlerde gördüğünüz Kızılderilileri  yakından tanıyordunuz. Kızılderili kabilelerini Apaçileri, Komançileri, Siuları, Karaayakları, Mohikanları, Çeyenleri,  Çöl ve Alaska  yerlilerini, onların ilginç isimlerini, büyük reis ve büyücülerini, totemlerini, Manitu’yu, gelenek ve göreneklerini, yaşayış şekillerini öğreniyordunuz. Ayrıca 18 ve 19 uncu yüzyıldaki Amerikan şehir ve kasabalarının yapılarını, kadın – erkek ilişkilerini, çocukların dünyasını, kıyafetlerini, insanların batıya göçünü, demiryollarının yapımını, sığır  yetiştiricilerini, maden arayıcılarını, avcı ve kaçakçıları, yabani atları, bizonları, yerlilere kaçak içki ve tüfek satan kötü adamları,  Cenazeciyi, çoğunlukla zamanında yetişen Amerikan Süvarilerini, Afrika asıllı köleleri, göçmenleri ,Çinlileri tanıyordunuz ,öğreniyordunuz. Bunlardan da öte Orta Amerika’daki İnka, Aztek, Maya Medeniyetlerinde geçen maceralara katılıyordunuz.

Tom Miks ufak tefek görüntüsüne rağmen yakışıklı, akıllı ve çok becerikli bir kahramandı. Ortadan ayrılmış siyah saçları, geniş şapkası, çift tabancası, uzun siyah çizmeleleri ve akıllı atı Napolyon ile Tom Miks’in çocuklar tarafından sevilmemesi mümkün değildi.

 Kulver Kalesinde başlayan ve kısa sürede yüzbaşı olması ile sonuçlanan ilk macerası yıllarca devam edecek bir heyecanın başlangıcıydı. Tom Miks’in Kulver Kalesi komutanı Albay Brovn’ın kızı Suzi ile olan romantik ilişkisi çocukluk ruhlarımızı tam yerinde okşayan isabetli bir buluştu. Suzi iki yana örülü sarı saçları, çilli yüzü ve uzun eteği ile hepimize güzel ve sempatik geliyordu. Aralarındaki ilişki hepimize çok temiz, saf, utangaç, kötülüklerden uzak geliyordu.

 Tom Miks’in iki yakın arkadaşı Konyakçı ve Doktor Sallaso yine çok ilginç kişilikler olarak seçilmişlerdi. Konyakçı sakalı, eğri büğrü şapkası, çarpık bacakları ve saf hali ile en büyük eğlence kaynağıydı. Doktor Sallaso ise siyah melon şapkası, siyah paltosu, iri göbeği ile bir bilim adamı gibiydi. Ancak Doktor Sallaso’nun asıl özelliği inanılmaz derecede akıllı ve pratik zekalı oluşuydu. Her güç durumda ne yapıyor, ne ediyor mutlaka işin içinden çıkıyordu. Konyakçı ve Doktor’un en önemli ortak özelliği alkole aşırı düşkün oluşlarıydı. Dayanamadıkları tek şey şarap şişeleriydi. En ciddi durumlarda bile bu zaafları nedeni ile sabahlara kadar içtikleri ve sızdıkları oluyordu. Buna karşılık Tom Miks içkiden nefret ediyordu, ağzına bir damla içki koymuyordu. Gittiği salonlarda sarhoş kovboyların arasında alay edilmeyi göze alarak  sıcak süt veya limonata isteyecek kadar  korkusuz bir  kahramandı.

 Şarap ve alkollu içkiler bizim toplum değerlerine  ters gelmelerine rağmen bu kahramanlardan hiç rahatsız olmuyorduk, tam tersi bu özellikleri bile bize sevimli geliyordu. Öte yandan hiçbirimiz bunlara özenip içkici de olmuyorduk. Bu çok ilginç bir sosyal davranıştı. Aynı benzetmeyi ylllar sonra toplumda benimsenmeyen davranışları ile Zeki Müren ve uzun saçları ve yüzükleri ile Barış Manço için de yaşadık. Yani yaşam ve şekil ne olursa olsun kişiler hoşlandıkları kişilere karşı çok daha hoşgörülü oluyorlar. Yeterki o kişiler olumlu işler üretsinler.

Tom Miks’in maceraları ile  Amerika’nın değişik yerleri dışında Kanada , Alaska ve hatta Orta Amerikanın eski medeniyetlerini tanıdık. Mert ve kahraman Kalavera’yı,kılıktan kılığa giren Kedi’yi,Arap asıllı kılıçlı Abdül’ü,İtalyan asıllı gitarlı romantik Gennaro’yu, hatta sahte Tom Miks’i, sahte Konyakçı’yı  ilgi ile izledik ve çok sevdik. Amerika çöllerinde devekuşunu ve bumerngı gördük ve öğrendik.

Teksas ayrı bir dünyanın romanıydı. Teksas’ın kahramanı Çelik Blek, biz ona “Çelik Bilek” diyorduk, Tom Miks’in aksine iri yarı  güçlü kuvvetli aynı zamanda tabiî ki çok akıllı ve iyi kalpliydi. Yani tam olarak ideal bir kahramandı. Başında kürkten bir kalpak, sırtında yine kürkten bir ceket vardı. Çelik Blek’in de iki yakın arkadaşı vardı. Bunlardan biri  Profesör Oklipus’tu. Profesör,Tom Miks’teki Doktora eşti. Silindir şapkası, siyah ceketi, kareli yeleği ve kocaman bir göbeği vardı. Küçük yüzündeki ince bıyıkları ve keçi sakalı ile  çok sempatik görünüyordu. O da Doktor Sallaso gibi çok akıllıydı ve her zaman bir çıkış yolu buluyordu. Sihirbazlık numaraları ile  kızılderilileri hayretler içinde bırakıyordu. Yalnız tek sorunu  kendisiyle evlenmek isteyen şişman kadınlardı. Çelik Blek’in diğer kahramanı Rodi’ydi. Rodi 10-12 yaşlarında  çilli bir çocuktu ve bizlere çok sempatik geliyordu.

Çelik Blek ve arkadaşları avcıydılar ve ormanlarda yaşıyorlardı. Çelik Bilek’in maceraları daha çok İngiliz Askerlerine karşı Amerikan vatanseverlerinin verdikleri mücadelelerden oluşuyordu. Çelik Blek, “Kırmızı Ceketli” denen İngiliz Askerlerine karşı inanılmaz işler yapıyordu. Aynen diğer milletlerin halk kahramanları gibi, yol kesiyor, baskınlar düzenliyor, kaleleri basıp mahkumları kurtarıyordu. Ayrıca da kaçak avcılarla, kötü beyaz adamlarla, içki ve silah kaçakcıları ile ve tabii ki  kızılderililerle uğraşıyordu. O yaşlarda tam bilinçli olmasak da Amerikan Kurtuluş Savaşını, vatanseverleri, onlara yardım eden Fransızları  öğrendik. Hatta vatanseverlerin lideri Avukat Colony’yi bile tanıdık.

Tom Miks ve Teksas’ın en önemli ortak konusu kızılderililerdi. Amerikaya giden beyazlarla kızılderililer arasındaki gerçek ilşkileri, kızılderililerle yapılan savaşların ne kadar abartıldığını yıllar sonra öğrendik ama o yaşlarda bizler için kızılderililer kadar ilginç bir başka konu olamazdı. Nedendir bilinmez hepimiz, belki de genetik olarak, kızılderililere ilgi ve yakınlık duyuyorduk. O yıllarda arada bir gittiğimiz koyboy filmlerinde izlediğimiz kızılderilileri çizgi romanlarda bol bol okuyor, görüyor ve öğreniyorduk. Ormanlarda, dağlarda, çöllerda hatta Alaska’daki  yaşayışlarını, kabile yapılarını, karşılıklı ilşkilerini, inançlarını, giyimlerini ve  ilginç isimlerini doya doya okuyor, öğreniyorduk. Bizler için bundan daha ilginç ne olabilirdi ki. Okuduklarımızın öylesine etkisi atında kalıyorduk ki ciddi ciddi Apaçi-Komançi karşılaştırması veya Tom Miks-Teksas  kıyaslaması yapıyor, birbirimize kızılderili isimleri takıyorduk.

Çocukluk dünyamızda çizgi romanların ayrı bir önemi ‘Tom Miks-Teksas Ticareti’ ile ilgiliydi. O dönemde çocukların çoğu Tom Miks ve Teksas biriktirirdi ve  özellikle yaz aylarında çok yoğun bir alım satım olayı yaşanırdı. Bu borsanın ilk yeri Gazi Caddesindeki Yapı Kredi Bankasının önüydü. Sabahın erken saatlerinden itibaren  herkes kitaplarını alıp geliyor, onları banka camının dibine seriyordu.

Bu borsanın ciddi kuralları vardı. Yeni çıkan sayıları almak her çocuğun harcı değildi. Yeni sayıları ya zengin çocukları  veya bu ticareti profesyonelce yapanlar beraberce alırdı.

Yeni sayı tanesi  uzun süre 50 kuruştu, daha sonra yıllar içinde önce 60 daha sonra 75 kuruş oldu. (Tabiî ki o yıllarda enflasyondan haberimiz yoktu). Yeni sayı bir kaç gün sonra ucuzlamaya başlar ertesi hafta ise yarı fiyata inerdi. Maceralar genel olarak en heyecanlı yerinde kesilir, bir sonraki sayı heyecanla beklenirdi. Bu nedenle ciltli romanlar okumak için daha çok tercih edilirdi. Borsada yeni sayıyı okutmak 10 kuruş, sadece resmine baktırmak 5 kuruştu. Resme bakma sırasında  çaktırmadan çizgi romanı  okumaya kalkanlar hemen ciddi olarak uyarılırdı.  Bu şekilde yeni  satın alınan sayının parası çıkardı, dergi kaça satılırsa o kar olurdu. Okunmuş sayılar eskiliğine yeniliğine göre 20-30 kuruş arasında el değiştirirdi.

Çizgi romanları biriktirenler için eksik sayılar önem kazanırdı. Bu durumda eski sayıyı almak için çok ısrarcı olmamak gerekirdi. Ancak bu borsada yıllarını verenler bu tip alıcıları hemen sezer fiyatı kolay kolay düşürmezlerdi. Bir süre sonra borsanın yerinde sorunlar ortaya çıktı. Yapı Kredi Bankası yöneticileri bizim kalabalığımızdan rahatsız olmaya başlamışlardı. Banka içinde bizimki kadar heyecan var mıydı bilmiyorum  ama sonuçta kaybeden taraf biz olduk. Birkaç uyarıdan sonra bir sabah geldiğimizde  kitapları serdiğimiz yerin baştan başa katranla boyandığını gördük. Ne kitaplarımıza ne de bize oturacak yer kalmamıştı. Yuvası bozulan kuşlar gibiydik. Birkaç günlük şaşkınlıktan sonra kendimize yeni bir yer bulduk. İnönü Caddesinde şimdi Şekerbank olan o zamanki İş Bankasının önü yeni borsamızdı. Yeni yerimiz  her ne kadar ana caddeden uzak idiyse de ara sokakta  olduğu için  çalışma alanımız daha genişti.

Çizgi romanlarla ilgili önemli bir konu evde onları saklamaktı. Bazı çocukların babaları bu romanlara çok kızar, gördükleri zaman yırtarlardı. Bu durumda kitapları evde uygun bir yerde saklamak ve gereğinde usulca dışarı çıkarmak gerekirdi. Bu işlerde anneler ve özellikle de kız kardeşler yardımcı olurdu. Bir diğer sorun da okul zamanı yaşanırdı. Nedendir bilinmez bütün öğretmenler çizgi roman düşmanıydı. Arada bir yapılan aramalarda  bulunan çizgi romanlara el konur öğrencinin çalışkanlığına veya tembelliğine  göre uygun bir ceza verilirdi. Bilemiyorum eğlenceli ve eğitici yayınların olmadığı veya çok az olduğu o yıllarda çizgi romanlar ölçüyü kaçırmamak kaydı ile bize niye çok görülüyordu. Öğretmenlerin çizgi roman okuma zevkleri  mi yoktu yoksa bizden topladıkları romanları evde zevkle okuyorlarmıydı bu konuda hala emin değilim.

Birkaç yıl da bu şekilde geçti. 62 li 63 lü yıllarda bizim nesil artık liseli olmuştu ve  yüksek öğrenim telaşı başlamıştı.  Yavaş yavaş bizler bu piyasadan çekilmeye yerimizi daha geçlere bırakmaya başladık. O yıllarda ticarete çocukça da olsa merhaba diyen o nesilden önemli ticaret adamları çıktı mı ve eğer çıktıysa o günleri anıyorlar mı bilmiyorum, ama ben o günlerin hatırasını  en canlı şekilde taşıyorum.

Tom Miks ve Teksas’tan bir süre sonra  Kinova,Teks ve Zagor gibi birçok çizgi romanlar  çıktı. Bunlar içinde Kinova daha farklıydı. İlk sayısında yerlilerin eline düşen, ailesini kaybeden kendisinin de kafa derisi alınan, öldü diye bırakılan bir adamın hikayesiydi. Bu başlangıç bizi çok etkilemişti. Onu da Long Rifle denen zayıf bir arkadaşı vardı. O zamanki engin İngilizce bilgimiz “long”un uzun olduğunu çözmüştü ama “Rifle”nin tüfek olduğınu çözecek kadar derin değildi. Bunda suç bizim değildi şüphesiz. Orta Okul ve Lise yıllarında harcadığımız 6 yıl boyunca bize İngilizce eğitimi olarak   “Gatenby”nin kitabındaki birkaç basit dersi çoğu zaman başka ders hocaları ile öğretmekle İngilizce eğitimi verdiğini sanan Milli Eğitim Bakanlığı  utanmalıydı.

Bu dönem çizgi romanları arasında ayrı bir öneme sahip olan ikisi Ten Ten ve Red Kit’ti. Bu iki roman da inanılmaz derecede sempatik, insancıl ve esprili idi. Ten Ten bir Avrupalı kahramandı. Daha şehirli, daha bilgiliydi. O da bütün dünyayı geziyor. Bilinmeyen soruların cevaplarını buluyor, en inanılmaz maceralardan aklı ile galip çıkıyordu. Ten Ten’in arkadaşı dalgın ve unutkan Profesör ve  dalgın polis memurlarından, “Dupont ve Dupond”, oluşan ekibi unutulmazdı.

Red Kit, aslında bir Fransız çizgi romanıydı. O da Tom Miks-Teksas gibi Amerika’nın 100-200 yıl önceki kasaba hayatını anlatıyordu. İnanılmaz bir espri ve komedi hakimdi. Red Kit’in atı Düldül, salak köpek Rin Tin Tin ve başta Daltonlar olmak üzere çeşitli macera kahramanlarını sevmemek ve unutmak mümkün değildi. Bu iki roman kahramanı kendilerine yenilenen dünyada televizyon ve sinemada yaşama şansı bulacak kadar şanslı çıktılar.

Yakın zamanlarda ise bu piyasaya daha çok şiddet içeren çizgi romanlar hakim oldu. Bunların hiç birisi Tom Miks ve Teksas’ ın yerini alamadı. Kim ne derse desin bizim kalbimizde hala yaşayan çocukluk dünyamızın ölümsüz kahramanları Tom Miks ve Teksas olacaktır. Onlara uzun ömürler diliyorum.

                        Tom Miks-Teksas bir kültür hizmetiydi. Bir başka ülkenin bize göre pekde eski olmayan tarihini bize eğlenceli , ilginç  ve yararlı şekilde öğretti. Bu birçoğumuzda okuma zevkinin başlamasına ve genel kültürümüzün artmasına yol açtı. Neden bunu bizler bu örnekler gibi hatta bu örneklere ilaveten  kendi tarihimiz için yeterince yapamadık. Bunun sorumlusu yine  bu eksikliği göremeyen  bizden birileridir.   




Merhaba ve ilk anı "Çizgi Romanlar"

Merhaba,


Bu sayfalarda sizlerle Diyarbakır’la ilgili anılarımı paylaşmak istiyorum.

Bu anıların özünü yaklaşık hayatımın 60 yılını geçirdiğim bu kentte yaşadığım çocukluk ve gençlik anıları oluşturuyor. 1950 li yılların başından 1960 lı yılların yarılarına kadar devam eden  Ulu Cami Mahallesi’nde dolu dolu geçen çocukluk ve  Ziya Gökalp İlkokulu, Ali Emiri Orta Okul’u ve Ziya Gökalp Lisesi’yle devam eden öğrencilik  günlerimin  bugün artık tamamiyle kaybolan veya  unutulan  gelenek, görenek ve geçmiş zamanlara ait sosyal ve kültürel bilgilerle dolu anılarını kaydetmek, belgelemek  ve bizden sonrakilere bırakmak istedim.

Aslında herkesin çocukluğu güzel yaşanmıştır. Çocukluk anılarımız, o günlerde  yaşanan iyi günüyle  kötü günüyle hep iyi hatırlanır.  “Nerde o  günler…” dememizin nedeni aslında o günlerin saflığına, temizliğine ve bizi etkileyen anıların unutulmazlığına olan özlemimizdir.

Çocukluk, gençlik veya erişkin yaş anılarımız aynı zamanda bizim “tarihe tanıklığımız” dır. Yaşam boyunca gördüklerimiz, duyduklarımız, yaşadıklarımız ve yaptıklarımız o zaman kesitinde bir  belge değerindedir. Çoğu zaman  kaydedilmeyen, yazılmayan zamanla unutulan veya değişime uğrayarak nakledilen bir yerel bilgi yani  “Yerel Tarih”tir. Özellikle toplumsal ve kültürel değişimlerin kısa sürede yaşandığı dönemlerde bu bilgilerin kaydı  “Yerel Kültür” için gereklidir, bu konularda araştırma yapacak araştırıcılar için değerli bir kaynaktır. Örnek olarak uzun Osmanlı İmparatorluğu döneminde yerel tarihle ilgili elimizdeki önemli tek belge Eyliya Çelebi’nin eseridir. Diyarbakır için 1910 basımlı “Amida” isimli önemli kitaptaki veya 1940 basımlı Fransız Arkeolog  “Albert Gabriel”in  kitabındaki şehir ve surlarla ilgili çizimler ve fotoğraflar, rahmetli fotoğraf sanatçısı Adil Tekin’in fotoğrafları elimizdeki en değerli belgelerdir.

Bizim nesil 1950 yıllardan günümüze ülkenin diğer yöreleri gibi  bu süratli  sosyal ve kültürel değişimi fazlasıyla yaşadı. Günlük yaşantı, alışkanlıklar, gelenek ve görenekler o günlerden bu günlere inanılmaz şekilde değişti. Eskinin değerleri, alışkanlıkları ve yerel kültürü tarih oldu. Bu kaçınılmaz değişime karşı yapılabilecek şeylerden biri bu değerleri kaydetmek, belgelemek ve sonrakilere bırakmaktır.

Diyarbakır, 1960 lara  kadar  şehri saran  açık hava müzesi özelliğindeki surları, mimari özelliği olan taş evleri, dar sokakları, camileri, kiliseleri, konakları, diğer tarihi yapıları,  birbirine yıllarca komşu olan değişik etnik ve dini özellikteki  ailelerin oluşturduğu mahalleleri ve şehir dışına yeni yeni taşan modern yapılanması ile bu günkünden çok farklı bir kent.

O günlerden bugünlere  kaybolan veya değişen kültürel değerleri en azından kayda geçmek bu bilinçte olanlar için bir görev olmalıdır. Bu konuda birikimi olan her kese düşen sorumluluk eleştirinin yanı sıra bu değerlendirmelere daha iyisi ve daha detaylısıyla  katkıda bulunmaktır.

“Çizgi Romanlar” ile  başlıyoruz.  Beğeneceğiniz umuduyla…                             Kasım 2010



Dr. Halil Değertekin