Sayın Okurlar, uzun bir aradan sonra merhaba.
Size son olarak bahsettiğim, "Bir Ev...Bir Sokak... Bir Şehir..." isimli anı-biyografi kitabımın birinci baskısı 2011, ikinci baskısı ise 2012 yılında çıktı.
Daha sonra 2013 yılında "Zamanın Tanığı" isimli öykü kitabım ve nihayet 2015 yılında "Birinci Dünya Savaşı Doğu Cephesinde MUHACİRLER" isimli tarihi-belgesel romanım yayınlandı.
Bu son kitabımın ikinci baskısı 2017 yılı Şubat ayında yayınlanıyor.
"Doğu Cephesi Muhacirleri" isimli blog veya site çalışmaları devam ediyor.
Daha sık görüşmek dileğiyle en içten sevgi ve saygılarımla.
Halil Değertekin Ocak 2017
Diyarbakir Anilari
27 Ocak 2017 Cuma
30 Haziran 2013 Pazar
SİNEMA, TİYATRO VE OPERA
Üniversite yıllarında öğrenci yurdunda kalmanın önemli
kazanımlarından biri de, meraklı ve becerikli birilerinin öncülüğünde gidilecek
tiyatro, opera, müze vb. görsel kültürel organizasyonlarla tanışmaktı.
Böylelikle özel bir zahmete girmeden hazır biletle güncel eserleri izlemek ya
da müzeleri görmek mümkün oluyordu.
Sarı ışığın hakim olduğu sahne, bana bütün canlı renklerin
kullanıldığı bir tablo gibi gelmişti. Arkadaki manzara, derinlik hissi veren sahne
zenginliği ve özellikle renkli ve ilginç kıyafetler beni inanılmaz derecede
etkilemişti. Oyunu büyük bir mutluluk ve hayranlıkla seyrettiğimi, konuyu
takipten ve olan bitenden çok, sahnedeki gösteriye dikkat ettiğimi
hatırlıyorum. Tiyatrodan çıkarken omuzlarım ve başım daha bir dik, yüzüm daha
bir mutluydu. Ne de olsa tiyatroya gitmiştim, hem de İstanbul’da…
Gittiğimiz ilk opera, yine Tepebaşı’ndaki Şehir
Tiyatrosu’nda sahnelenen, opera buffa- komik opera türünden, “Don Pasquale”
idi. Sahne ve sanatçılar yine çok renkli ve etkileyiciydi. Konuşmalardan fazla
bir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Böylelikle opera kültürünü ve tiyatro
opera farkını görerek ve yaşayarak öğreniyorduk
Kanıma göre tiyatronun altın çağı sayılan o yıllar; Gönül
Ülkü-Gazanfer Özcan ( Azak ), Yıldız ve
Müşfik Kenter (Kenterler), Gülriz
Sururi-Engin Cezzar, Haldun Dormen, Lale Oraloğlu (Oraloğlu) ve diğer tiyatrolara defalarca gitme şansım
oldu.
Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosunda, 1964 yılı kışında,
Haldun Taner’in Türk tiyatro tarihinde bir fenomen olan “Keşanlı Ali Destanı”nı
zevkle izlemiştik. Yine aynı tiyatroda, Haldun Taner’in “Zilli Zarife”
oyununda rol alan kadın sanatçının, eliyle koluyla yaptığı “Hop hop hop”
hareketinden çok etkilenmiş, şubat tatilinde gittiğim Diyarbakır’da ev halkına
oyunu defalarca anlatmış “Hop hop hop”u onlara da öğretmiştim.
Öte yandan, o yılların beğenilen oyunu Pepsi’ de Mücap
Ofluoğlu’nu hayranlıkla seyretmiş, Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda duygu yüklü
“Pollyanna”dan çok etkilenmiştik.
1970 yılı başında yine grup halinde gittiğimiz AKM de,
salonun büyüklüğünü, tavanın yüksekliğini, sahnenin genişliğini ve derinliğini
gözlerken 1964’te Tepebaşı’ndaki eski tiyatro binasını anımsamış, bu değişimden
mutluluk duymuştum.
AKM’nin geniş ve derin sahnesinde, arkadaki dekoru, sahne
zenginliğini, onlarca sanatçının büyük bir ustalıkla sergilediği oyunu çok
beğenmiş, “Sütçü Tevye” rolündeki Cüneyt Gökçer’i dakikalarca
alkışlamış, “Ah bir zengin olsam...” sözlerini yıllarca dilimizden
düşürmemiştik.
1964 ile 1970 yılları arasındaki tıp öğrenimim süresince,
kültür ve sanat olaylarının her birinden ayrı bir zevk almış, ayrı bir heyecan
duymuş, ayrı bir deneyim kazanmıştık. Ancak bizim gibi İstanbul’da artık eski
İstanbul değildi. Evet, başka İstanbul yoktu ama İstanbul da değişiyordu,
değişmek zorundaydı…
İstanbul’da deniz sezonunun, daha doğrusu biz öğrenciler
için plaj sezonunun, Mayıs Haziran aylarında açılmasına rağmen yıl sonu
sınavları nedeniyle denize erken gitme şansımız yoktu. Haziran sonu ya da
Temmuz başında melekete dönmemiz gerektiği için de denize gitmek için ancak
birkaç gün kalıyor demekti.
Her öğrenim yılı sonunda Diyarbakır’a dönerken ailemize ve
yakınlarımıza götürdüğümüz en pratik aynı zamanda değerli hediye, Ali Muhittin Hacı Bekir şekerleriydi. O
dönemin en bilinen şekercisi olan Hacı Bekir’in orta ve büyük boy karton
kutulardaki lokum ya da karışık şekeri çok meşhurdu. Kutunun kapağındaki
yuvarlak firma armasında 1777 de kurulan firmanın kurucusu Hacı Bekir ve torunu
Ali Muhittin’in isimleri, alınan madalyaların resimleri ve yabancı dillerde
tanıtım yazıları yer alıyordu.
Öğrencilik günlerimin unutulmaz bir anısı da 1968 yılında,
hafta sonu halk oyunları çalışmalarının yapıldığı Pertevniyal Lisesinde
gördüğüm ve dinlediğim Behçet Kemal Çağlar’la ilgili. Bir kurumun üniversite
öğrencileri için organize ettiği halk oyunları kursunun açılış törenine gelen
ünlü şairi hayranlıkla dinlemiş, çağlayarak akan su gibi okuduğu şiiri coşkuyla
alkışlamıştık. O kursta öğrendiğim birçok halk oyunu figürünü, özellikle Silifkenin Yoğurdu’nu hala ustalıkla
yapabilirim.
1964 yılının Kasım ayının
11inde Ali Sami Yen Stadının açılışı nedeniyle oynanacak Türkiye Bulgaristan
Milli Maçı, ogünün en güncel olayıydı. Bizim gibi hasta Galatasaraylılar için
ise en az bunun kadar önemli olan Metin Oktay’ı ilk defa, sporu bırakma arafesinde olduğu için
muhtemelen son defa, izlemek şansımızın
olmasıydı.
Mecidiyeköy’deki stada Osmanbey’den yürüyerek vardığımızda
stat hemen hemen dolmuştu. Ancak Şişli tarafında, kapasitesi daha az olan açık
tribünde yer bulmamız belki de bizi kısa bir süre sonra meydana gelecek bir
felaketten korumuş olacaktı. Maçın başlamasına az bir süre kala karşımızdaki
açık tribünün üst katındaki seyirci kalabalığında önce bir dalgalanma ardından
binlerce insanın gözleri önünde bir facia yaşandı. İnsanlar patır patır üst
kattan bir aşağı kata düşüyordu. Binlerce insan şaşkın gözler ve bir şey yapamamanın çaresizliği ile olayı
yavaş bir film izler gibi izliyordu.
İlk telaştan sonra maçın ne olacağı tartışılırken devam
kararı muhtemelen yeni bir karışıklığı engelliyordu. İstanbul Radyosunun
devamlı “Elim bir olay nedeni ile çok sayıda kana ihtiyaç vardır” anlamındaki
anonsuna rağmen, tabiiki televizyon yayını olmadığı için kimselerin stattan pek
haberi yoktu, maç başladı. Ancak ne seyircilerde maçın başlangıcındaki moral ne
de her iki takımnda heyecan vardı. Maç başladığı gibi tatsız tuzsuz bittiğinde,
bizim için, bu tarihi olaya şahit olmak dışında Metin Oktay’ı canlı olarak
izlemek ve uzaktan birkaş vuruşunu alkışlamak dışında bir şey kalmamıştı.
5 Haziran 2013 Çarşamba
YURT HAYATI
Yüksek öğrenim süresince en farklı deneyimlerin kazanıldığı
mekanlardan biri, belki de ilk sırada geleni öğrenci yurtlarıydı.
“Ay beyaz deniz mavi, eğlenin kızlar
Yarinden ayrılanın
yüreği sızlar,”
“Mardin kapı şen olur, dibi değirmen olur,
Buralarda yar seven
mutlaka verem olur”
“Bir taş attım havaya, düştü mahpushanaya,
Birkaç kızı
kandırdım, bir şişe lavantaya”
EMİNÖNÜ POSTANESİ
“Anne”
“Can”
“Anne”
“Kurban”
“Anne beni dinle!”
“Hayran”
“Anne hele bir beni dinle. Nasılsın”
“Babam”
“Anne nasılsınız”
“Can, sana kurban olayım”
“Anne vakit doluyor, nasılsın, iyi misin”
“Senin sesine kurban”
“Anne, babam nasıl, kardeşim nasıl”
“Hepsi sana kurban”
……
…....
“Baba nasılsın?”
“İyiyim oğlum, gözlerinden öperim”
“Baba senden bir isteğim var”
“…Söyle oğlum”
“Baba, bana para lazım”
“…Oğlum duymadım”
“Baba param bitti, bana para gönder”
“Oğlum ne diyorsun, duymuyorum, biraz kuvvetli söyle”
“Baba para istiyorum, para! Bana para gönder”
“Oğlum vallah hiç sesin gelmiyor, Herhal hatlar karışıyor”
“Baba beni duymuyor musun?”
“Yok duymuyorum. Hatlar kesik, ha ben kapatıyorum”
4 Mayıs 2013 Cumartesi
İSTANBUL’DA YAŞAM
İSTANBUL’ UN
SEYYAR SATICILARI
Sabah erken saatlerde sokaktan gelen seslere kulak
kesiliyoruz. Ancak anlamak mümkün değil. Aramızda tartışıyoruz. Sesler tekrar
duyulduğunda dikkatle dinliyoruz… Anlam vermek imkansız… “kileeerarooomm” ve
“ oooortçuuu” diyor. Bir diğer sesi daha
iyi anlıyoruz ama anlam veremiyoruz; “Boooooza”.
Anlamak için en iyi yolun satıcıyı gözlemek olduğuna karar
veriyoruz. İlk gördüğümüz satıcı bizi fazlasıyla mahcup ediyor. Osmanlı
gravürlerindeki satıcılar gibi boynunda taşıyıp, kolları ile dengelediği taşıma
tahtasının her iki ucunda, büyük terazi kefeleri gibi sallanan yuvarlak metal
yoğurt kapları yeteri kadar kendini tanıtıyordu. “
oooortçuuu” nun yoğurtçu olduğunu anlıyoruz. Diyarbakır’ın bakraçta
satılan yoğurdunu, üzerindeki tülbenti kaldırıp küçük parmağımızla deldiğimiz
açık sarı renkli kalın kaymağı ve tadına baktığımız nefis yoğurdu anımsıyoruz…
Yoğurt İstanbul’a gelince böyle kibarlaşıyor demek…
“kileeerarooomm”cuyu sırtında torbası ile gezen genç bir
erkek olarak yakalıyoruz. Bilen biri bizi meraktan kurtarıyor…”Bunlar eskici…”
diyor. Eski elbise alırlar. “Eski” sözünü kaçırmışız…
Özellikle tatil günleri dolaşan bozacı büyük güğümü ile
uzaktan hemen tanınan biri. Bozayı bir sefer deniyoruz, yetiyor… Vefa Bozasına
vefasızlık etmemek için bu konudaki fikrimizi o günden bugüne kendimize
saklıyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz…
BİR ZAMANLAR İSTANBUL’DA;
ELEKTRİK, HAVAGAZI, TRAMVAY VE TÜNEL
60’lı yılların başında evlerde kullanılan elektrik,
İstanbul’un Anadolu yakasında 220 volt, Avrupa yakasında Osmanbey ve
çevresinde ise 110 volttu. Bu muhtemelen
Beyoğlu (Pera) bölgesinde Osmanlının son döneminden kalan bir uygulamaydı.
Kullanılan gündelik elektrikli aletler sınırlı sayıda olduğu için bu bizlere
pratik bir sorun yaratmıyordu. Ancak bizler için alışılmadık bir şeydi. Bir
süre sonra 220 voltun yaygın kullanımı ile bu fark ortadan kalktı.
Bizler için bir değişiklik te, önce Ankara’da
karşılaştığımız havagazı uygulamasıydı. Daha önce gazete ve kitaplar aracılığı
ile haberdar olduğumuz ve içine zehirlenmeye karşı uyarıcı olsun diye sarımsak
kokusunun katıldığını bildiğimiz havagazını kullanmak bize zevk ve tıhaf bir övünme hissi veriyordu. Uzun yıllar
radyodan futbol maçlarının naklen anlatımı sırasında Mithatpaşa Stadı’na
(şimdiki İnönü Stadyumu) yakınlığı nedeniyle adı geçen “Gazhane”nin, havagazı
fabrikası olduğunu öğreniyor, maça gittiğimizde bu iri, kara ve doğrusu çirkin
yapıya merakla bakmaktan kendimizi alamıyorduk.
İstanbul’da merak ettiğimiz taşıma araçlarının başında tramvay geliyordu. Tramvay bizler gibi taşra
delikanlılarının gözünde, büyük ve Avrupai bir kentin simgesi; modernlik,
hareket, heyecan demekti. Küçük taşlarla örülmüş desenlerle süslü caddelerde
yılan gibi kıvrılan raylarda, üstteki elektrik hattına sürünen boynuzu ve tipik
zil sesiyle kayıp giden tramvay, bana çok romantik gelirdi. Gerek yabancı gerek
yerli filmlerde film kahramanının koşarak tramvaya tutunması ve içeri atlaması,
kız arkadaşı ile flörtü, çocukların kaçak olarak tramvaya binip tekrar inmesi,
yolcuların pencere üstünden geçen ipi çekerek ineceğini haber vermesi, vatmanın
şapkası ve babacan tavrı inanılmaz derecede etkileyiciydi. Ara Güler’in karlı
bir İstanbul gününde Eminönü’nde çektiği bir tramvay fotoğrafı, sahiden
oradaymışım gibi beni derinden etkilemiştir.
Tramvay, İstanbul’a gittiğimiz 1964 yılında maalesef Avrupa
yakasında kullanımdan kalkmıştı. Ancak kısa bir süre da olsa Kadıköy tarafında
tramvaya binmek ve hayallerimizin kahramanı olmak şansını yaşadık.
Bizleri etkileyen bir diğer taşıma aracı Tünel di. İETT ye
(İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel İşletmeleri) de adını veren ve hizmete girdiği 1875
yılında dünyanın Londra’dan sonra ikinci metrosu olan Tünel, Beyoğlu-Karaköy
arasında çalışıyordu. Beyoğlu’na gittiğimizde, bir Avrupa kentindeymişiz gibi
arada bir yüzümüzdeki mutlu, şaşkın ve biraz da farkında olduğumuz çocukça bir
ifade ile sadece zevk için tüneli kullanıyorduk.
BEYOĞLU
Beyoğlu… Beyoğlu… İstanbul’u gören görmeyen, tanıyan
tanımayan her gencin dünyasında ayrı bir yere sahip, sihirli, büyüleyici,
çekici bir dünyanın adıdır Beyoğlu…
Öğrencilik yıllarımızda da, İstanbul deyince akla ilk gelen,
görülmeden görülmüş, yaşanmadan yaşanmış gibi hayallerde yer bulan yerlerden
biriydi orası. Yaz kış, gece gündüz ışıklar içinde, lüks alışveriş yerlerinin,
restoranların bulunduğu, şık bayan ve erkeklerin dolaştığı, sanatçıların,
artistlerin tur attığı, gece kulüplerin ve ara sokaklarında en kalitelisinden
en reziline her türlü eğlencenin bulunduğu bir ayrı dünya idi Beyoğlu… Başta
zengin Rum ve Yahudi azınlık olmak üzere bütün Levantenlerin yaşadığı bir
yerdi. Yani, İstanbul’daki Avrupa idi Beyoğlu…
Osmanlı döneminde Beyoğlu’nun Pera olduğunu bilmiyorduk ama
İstanbul’u görmeden Taksim Meydanı, Taksim Anıtı ve Beyoğlu’nu tanıyor,
İstiklal Caddesini, Yeşilçam’ı, Galatasaraylı olarak Galatasaray Lisesini ve
Hasnun Galip Sokağını, Tüneli biliyorduk.
İstanbul’daki ilk günlerimizde kıdemli öğrencilerle bir
akşamüzeri gittiğimiz Beyoğlu, anılarımda unutulmaz izler bıraktı. Otobüsten
indiğimiz anda Türk filmlerinde gördüğümüz Taksim Meydanı görüntüleri gözümüzde
canlanmış ve anıtın bizi çarpan görkemi, meydanın sağındaki beş katlı binadaki
Fruko-Tamek reklamı, sol köşedeki Rebul Eczanesi, onun aşağısında meşhur Maksim
Gazinosu hemen dikkatimizi çekmişti. Taksilerin ve İETT’nin kırmızı Skoda
otobüslerin yoğun hareketi, trafik lambaları, koşuşturan insanlar ve de Sular
İdaresi duvarındaki ışıklı haber bantı bizi büyülemeye yetmişti.
İstiklal Caddesinde yürürken bütün insanların bana baktığını
sanarak ayaklarımın birbirine dolandığını, adımlarımın düzensizleştiğini,
kollarımı nasıl sallayacağımı ve ellerimi nereye koyacağımı bilememenin
yarattığı sıkıntıyı çok iyi (şimdi utanarak) anımsıyor, bu heyecandan dolayı
sonraları kendimi çok kınadığımı biliyorum.
İlginçtir daha ilk adımda arkadaşımın “Hey bu gelen Can
Bartu değil mi?” sözü üzerine hızlı adımlarla yanımızdan geçen Fenerbahçeli Can
Bartu’yu inanılmaz bir merak ve heyecanla seyrederken büyük bir mutluluk
duymuştuk. Can Bartu’nun tişörtü ile yeşil renkli spor ayakkabısının dikkatimi
çektiğini şimdi bile anımsıyorum.
Ağa Cami ile başlayan caddenin ön cephesinde küçük heykel ve
maskların, bitki desenlerinin işlendiği yüksek binalar, pasajlar, mağazalar,
ana cadde ve ara sokaklardaki sinemalar, barlar, eğlence yerleri, bir binanın
tümünü işgal eden Vakko mağazası, Saray Muhallebicisi, işkembeciler, sokak
köşelerinde bir şeyler satan seyyar satıcılar tam anlamıyla hayal ettiğimiz
gibiydi. Şimdiye dek görmediğimiz ancak hayal ettiğimiz bir Avrupa kentinde
gibiydik.
Bir büyük heyecanı da Galatasaray Lisesi kapısında yaşamış,
demir kapıyı ve bahçe içindeki lise binasını ve karşıdaki Beyoğlu Postanesini
hayranlık ve gıpta ile seyretmiştik. Daha sonra da Çiçek Pasajı ve Tünel’i
dolaşmıştık.
Tünel’in tam karşısındaki bir binayı eliyle gösteren
arkadaşımın “Burası Kuaför Aleksandr’ın yeridir. Özelliği insanın tipine göre
en uygun saç tıraşını sormadan yapmasıdır.” Deyince, doğrusu içimden “Acaba bir
gün ben de buraya gelebilecek miyim? Herhalde çok pahalıdır.” diye geçirdiğimi iyi anımsıyorum.
Daha ilerde bizi büyük bir sürpriz bekliyordu. Beyoğlu’nun
hristiyan özelliğini hatırlatan dev bir kilise, St. Antuan Katolik Kilisesi. Böylesine görkemli bir kiliseyi hayatımda ilk
defa görüyordum.
Taksim’e dönüp otobüsle kaldığımız eve hareket ederken
mutluluğun egemen olduğu karışık duygular içindeydim. Aklıma yaşadığım yerler,
tanıdığım insanlar, değişik yaşam koşulları, okuduğum kitaplar, izlediğim
filmler geliyordu. Her şey açıklaması ve
çözümü olmayan bir düğüm gibi birbirine karışıyordu. Beyoğlu böyle bir yerdi
belki de…
JALUZİ STORE
Beyazıt’tan Taksim’e her çıkışta Tepebaşı yokuşunda
sıralanmış işyerlerinde gördüğüm Jaluzi
Store yazısı kadar beni yoran bir şey olmazdı. Birçok işyeri ve evin
penceresinde gördüğüm için artık yabancısı olmadığım değişik renkeki enine
plastik şeritlerden, Jaluzi’nin ne olabileceği konusunda
bilgi edinmem zor olmadı. Peki Store
ne demekti? Engin İngilizce bilgime (!) ve kovboy filmlerindeki deneyimime göre
depo; ambar, dükkan olmalıydı. Burası da Jaluzi
Dükkanı’ydı. Store’un ne olduğunu
anlamam birkaç yılı aldı. Bunun gibi sağda solda rastladığımız Şarküteri, Bonmarşe
gibi sözcüklerin de ne olduğunu öğrenmek ancak zaman içinde mümkün oldu.
TERKOS SUYU
İlk sürprizi Ankara’daki gibi yine suda yaşıyoruz. Evde
musluğu açtığımızda, doldurduğumuz
bardağın ayran gibi köpüklü hali bizi hayretler içinde şaşırtmıştı.
Biraz bekleyince bardağın alttan başlayarak berraklaştığı ilgiyle gözlüyorduk.
Su temizdi ama tadı iyi değildi. “Terkos…” dedi bilenler, küçümser bir tavırla.
Bizim bildiğimiz Terkos, göl… Muhtemelen Terkos Gölü’nün suyu… “Kimse bunu
içmez…” diyordu bilenler. “Hamidiye içilir…” Hamidiye’nin büyük cam
damacanalarla evlere servis edildiğini öğrendiğimizdesu, parayla mı satılır diyerek şaşkınlığımızı
belirtiyoruz.
Buna benzer bir şaşkınlığı lokantada 15 kuruşluk şişe suyunu
içerken öğreniyor, kısa sürede “Burası İstanbul…” diyerek çabucak alışıyoruz.
4 Nisan 2013 Perşembe
SOSYETİK SEMTTEYİZ: OSMANBEY…
Beraber kalmaya karar verdiğimiz diğer arkadaşımlarım;
Mehmet İçkale ve Tahsin Yıldızla (her ikisini de genç yaşta kaybettik)
Osmanbey’de alt katları dershane, beşinci katı pansiyon olan bir binada kısa
bir süre kalmaya karar vermiştik. Mecidiyeköy’e çıkarken sağ yanda, Neyir
Mağazası’na yakın ana caddeye paralel arka sokaktaki bina, tahta merdivenleri,
kahverengi küçük kareli desenli muşamba kaplı odaları ve değişik kokusuyla
bizler için çok farklıydı.
ALAFRANGA TUVALETLE TANIŞMA
Binanın çok farklı olan bir diğer yeri banyosu… Yerde küçük
mavi fayansların oluşturduğu karelerle süslü beyaz zemin… Köşede pençe
şeklindeki ayakları ile hemen dikkati çeken, kenarları yer yer pullanmış gri
renkli küvet… Tam karşıda sararmış rengi ile eskiliğini ve musluğundan sürekli
damlayan suyun neden olduğu lekesi ile bakımsızlığını saklamayan lavabo ve
tavandan sarkan içindeki sarı ışığı dışarı bırakmaya niyeti olmayan karpuz
şeklindeki lamba… Diğer köşede ise adını bildiğim, filmlerde gördüğüm ama ilk
kez tanıştığım “Alafranga ( ya da Asri)
Tuvalet”…
Orada kendimi bir Fransız filminde gibi hissediyorum…
Hayatımda ilk kez fayans kaplı, küvetli, alafranga tuvaletli bir banyodayım.
Aklıma evimizin o küçük ama sevimli banyosu, odunla ısınan sobası, gürül gürül
akan sıcak suyu ve taştan oyulmuş kurnası geldiğinde burnumun bir yerleri
sızlıyor…
Lavabo ve tavandan sarkan karpuz avize, bütün bakımsızlık ve
eskiliğine rağmen bana gurbette rastladığım bir hemşeri gibi yakın ve sevimli
geliyor. Zihnimden o güne kadar gördüğüm lavabolar ve sınıflardaki karpuz
avizeler geçiyor.
Nihayet, baştan beri dikkatimi çeken ama üzerine varmaya
korktuğum asri tuvaletin kendi temizliğine bakmadan, beni küçümsereyerek “Hah
ha… Hoş geldin İstanbul’a…” dediğini duyar gibiyim.
“Lavabo tamam, küvet de tamam” diyorum içimden. Ama tuvaleti
nasıl kullanacağım? Aklıma gurbet elde
tuvaletin üstüne tüneyerek ihtiyacını gideren Anadolu garibanları geliyor
nedense.
Tuvalet kapağı ve kenarlarının rengi ve kirliliği, bizden
önceki öğrencilerin de sorun yaşadığını gösteriyor. Erkek olmanın avantajı ile
bu seferlik kazasız belasız sıyrılıyorum ama bu işin çözülmesi gerektiğini de
düşünüyorum. Beraber yaşadığımız
arkadaşlarla ve kapıcının da yardımı ile sonunda olması gereken şekilde sorunu
çözüyoruz. İstanbul : 1, Biz : 0…Yenildik ama onurumuzla…Kabul etmeli ki bu
dünyada başka İstanbul yok…Ayrıca
İstanbul’da okumanın, üniversite öğrenimi görmenin bir de bedeli olmalı…
Üst kattaki odalarda değişik fakültelerde okuyan değişik
illerden gelen öğrenciler kalıyordu. Liseyi bitirinceye kadar hep aynı şehir ve
aynı kültür ortamında yaşamış bizler için bu önemli bir değişiklik. Değişik
yaşam koşulları, değişik ortamlar, değişik kültürle yetişmiş insanlar… Yüksek
öğrenimi bir büyük şehirde görmenin ne olduğunu ve sağladığı deneyimleri yavaş
yavaş anlıyoruz.
DİKKAT EDİN BU
ADAM “O BİÇİM’DİR”
Bir metropolde yaşamanın ilk ve en büyük şokunu çok geçmeden
yaşıyacağız. Geceleri arkadaşlarla çay içip sohbet ettiğimiz toplantılara zaman
zaman dershane hocaları da katılıyordu. Bunlar arasında en dikkati çeken uzun
boyu, yana taranmış kır saçları, kırmızı suratı, uzun burnu ve devamlı elinde
taşıdığı içki bardağı ile alkolü fazlasıyla sevdiğini saklamayan bir İngiliz
Hoca… Bizler olmayan İngilizcemizle onunla konuşmaya çalışıyoruz, o da yarım
yamalak Türkçesi ile bize cevap vermeye çabalıyor… Bir süre sonra alkol
barajını aşan İngiliz’i zar zor dışarı çıkarıyoruz… Her seferinde ortalıkta
bitiveren apartman kapıcısı anlamlı anlamlı konuşuyor, gülüyor, bizlere kaşını
gözün oynatarak bakıyor, bize bir sır vemek istiyor gibi davranıyor. Buna bir
anlam veremiyoruz… Nihayet sonunda baklayı ağzından çıkarıyor…”Dikkat edin! Bu
adam o biçimdir…”
“O biçim”in ne olduğunu bilecek kadar sokak kültürümüz
olduğundan utanıyoruz, tepeden tırnağa kızarıyor hatta tepki gösteriyoruz. ”Yok
yavv! Vay bee” lerden sonra, önce adamcağızı iyice bir dövmeyi düşünüyoruz.
Daha sonra dövmenin doğru olmayacağına karar verip görüşmemeye ve aramıza
almamaya karar veriyoruz. İstanbul bakalım bize daha ne sürprizler sunacak…
“SEMİH TUĞCU” , “MOR
DEFTER”
Taksimden Levent’e doğru uzanan ve İstanbul’un en önemli ve
yoğun caddelerinden biri olan Halaskargazi Caddesini, Şişli’deki Atatürk
Müzesini, Şişli Camisini, İETT Garajını,
yüksek binaları, lüks mağazaları, şık giyimli insanları hayranlıkla
izliyoruz.
Bütün cadde boyunca elektrik direklerine asılan “Semih
Tuğcu-Sigortacı” tabelası dikkatimi çekiyor. Pangaltı’daki sinemada;
senaryosunu Çetin Altan’ın yazdığı, o zamanlar hepimizin yakından tanıdığı
Yılmaz Güney’in başrolünü oynadığı “Mor Defter” filmi, unutulmamak üzere
belleğime yer ediyor.
Gazetelerde iki reklam dikkatimizi çekiyor. Kısa sürede
sosyalleşmek ve kız arkadaş edinmek isteyen erkeklerin aradığı bir haber “Dans kursları - Kudret Şandra”. Birçok
öğrenci için çaylarda, partilerde kapıları açan bir anahtar... Bir diğer reklam ilginç ama bize daha uzak
“Macar Darvaş - Kemancı -Çigan Müziği- Macar Rapsodisi ” Darvaş’ın çalıştığı gece kulübünün reklamı.
Darvaş’ı dinlemeye gidecek halimiz yok ama şöhretinden haberderız ve nedense
ona sempati duyuyoruz.
“HARDAL İSTERSİZ ?”
Pangaltı’da zaman zaman gittiğimiz bir restoran, yemek
kültürümüze yeni bir katkıda bulunuyor. Genellikle konuşma şekli ve vurgusundan
Rum asıllı olduğunu anladığımız yaşlı garsonun ilgilendiği masada oturuyor,
döner yiyoruz. Bizi her zaman ciddiyetle
karşılayan, saygısı, temizliği ve titizliği ile bize servis yapan yaşlı garsona
hem saygı hem de sevgi duyuyoruz.
Ciddi yüz ifadesinin ardındaki gülümsemenin nedenini sorduğu
sorudan sonra anlıyoruz; “Hardal istersiz ?”
Hardal? Hayatımızda ilk defa duyduğumuz bu kelimenin ne olduğunu birbiri
ile kesişen gözlerimizden ve yüz ifadelerinden bilmediğimiz hemen anlaşılıyor.
“Getireyim ? Getireyim, seversiz, seversiz” diyor bir baba, ağabey ya da
eğitmen havasıyla. Kim bilir meslek hayatı boyunca bizim gibi kaç çaylağı
hardalla tanıştırmıştır… Tabağımızın kenarına sürülen koyu sarı renkli hardalı
çatalımıza taktığımız döner parçalarına bıçağımızın ucu ile sürüyor zevkle
yiyoruz. Güzelmiş, hardalı sevdik…
“VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ”
Bizi asıl şaşırtan şey, İstanbul’a ilk defa adım attığımız
1964 yılı sonbaharında otobüs durakları, elektrik direkleri ve duvarlarda
rastladığımız “Vatandaş Türkçe Konuş” yazılı pankartlardı. Kıbrıs olayları
nedeniyle Yunanistan ile aramızdaki gerginliği gazete ve radyolardan
biliyorduk. Ama bu gerginliğin, İstanbul’da yaşayan önceleri on bin cıvarındaki
Yunan asıllı Rum’un, daha sonra Rum asıllı vatandaşların Yunanistan’a
gönderilmesine yol açmasını karışık duygular içinde yorumluyor ve
anlayamıyorduk. Yüzyıllardan beri İstanbul’da yaşayan ve İstanbul’un kültürel
zenginliğini oluşturan bu azınlığa yapılan uygulamanın utancını daha sonraları
hepimiz yaşadık.
7 Mart 2013 Perşembe
ANKARA ANKARA GÜZEL ANKARA
Tren yolculuğunun ilk önemli durağı Ankara idi. 1964
yılındaki nüfusu sadece 750 bin olan Ankara, o dönemde bizim için büyük
şehirdi, kutsal şehirdi, saygı duyulan bir şehirdi. Ankara devletin,
cumhuriyetin ve Atatürk’ün kentiydi.
“Ankara Ankara güzel
Ankara,
Seni görmek ister her bahtı kara” ile
başlayan marşı hepimiz bilirdik.
Akşam saatlerinde vardığımız Mamak, Kayaş gibi banliyölerden
itibaren artık büyük bir merkeze girdiğimizi anlıyorduk. Pencereden gördüğümüz
kadarıyla geniş şehre, evlerle kaplı
tepelere, yollara ve araçlara, Cebeci istasyonundaki canlı insan kalabalığına
merak ve hayranlıkla bakıyorduk.
Yakınından geçtiğimiz Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını da sevgiyle,
ilgiyle seyrediyorduk. Özellikle tren yolunu alttan geçen yollar bize büyük mimari yapılar olarak geliyordu.
Uzaktan da olsa Anıtkabir’i sevgi ve şükranla seyrediyorduk. Bütün bu
izlenimlere rağmen, Ankara ya da İstanbul’da okuyan öğrenciler arasında yine de
zaman zaman “Ankara mı güzel İstanbul mu?” tartışması tazelenirdi. Her iki
taraf ta kendi eksiğini bilmekle beraber inatla tuttuğu kenti savunmaya devam
ederdi.
Ankara’da trenden inen arkadaşlarla vedalaşmanın ardından,
başlayan akşam saatlerinde trenimiz, yine artık çok iyi bildiğimiz tiz sesi ve
çuf çufları ile Eskişehir üzerinden son durak İstanbul, Haydarpaşa’ya doğru
hareket ederdi.
ESKİŞEHİR ÜZERİNDEN İSTANBUL’A
Gece yarısı geçtiğimiz Eskişehir’de satın alabileceğimiz tek
şey pişmaniye, anımsadığımız bir şey de
tümünü tam bilmediğimiz için ancak bir bölümünü mırıldandığımız Eskişehir Marşı
idi.
Eskişehir’i geçtikten sonra sabahın ilk ışıkları ile
birlikte trende tatlı bir heyecan ve telaş başlardı. Bir yanda özellikle ilk
kez gelenler için İstanbul’a yaklaşırken yaşanan ürküntüyle karışık heyecan,
öte yanda iki güne yakın süren yolculuğun sonunda yorgun argın eşyamızı
toparlama çabası. Sıcaktan dolayı bozulmaya başlayan başta annelerimizin
güzelim köfteleri olmak üzere kalan yiyecekler ve artıklar, kimseler duymasın,
pencereden geldikleri yere, doğaya gönderilir, sonra da bavullar sıkıca
kapatılırdı.
İzmit Körfezi’ne yaklaştıkça değişen doğa kendisini
hissettiriyordu. Ağaçlarla süslenmiş yeşilin her tonundaki dağlar, tepeler,
düzlükler bizler için çok çarpıcıydı. Uçsuz bucaksız Güneydoğu ve İç Anadolu
bozkırından sonra Kocaeli Yarımadası’na girince başlayan yeşillik İstanbul’a
yaklaştıkça artarken bizler için de ayrı bir dünyaya girişin kapısı gibi
görünüyordu.
Ağaçlar, özellikle uzaktan yüksek boyları ve tepede yanlara
doğru yayılan dalları ile bende eski dönem gravürlerindeki ağaçları
çağrıştırıyordu. Ben bunlara “Osmanlı Ağacı” diyordum. Bugün hala bu tip
ağaçları aynı isimle anıyorum.
Tren yolunun sağındaki bu değişik ve etkileyici doğayı bir
süre sonra sol tarafta İzmit Körfezi ile başlayan deniz tamamlıyordu. Deniz,
son derece etkileyiciydi. Özellikle ilk yıllar denizi her görüşümüzde,
şaşkınlığın hakim olduğu mutlu ve meraklı yüz ifadesi ile doyumsuz bir şekilde
seyrediyorduk. Bizim gibi suyu bardakta, hadi o kadar haksızlık etmeyelim Dicle
Nehri veya Hazar Gölü’nde görenler için deniz yine de inanılmaz bir şeydi.
Sanki küçük fırça darbeleri ile süslenmiş beyaz köpüklerle hareket eden
mavi-lacivert-siyah dalgalı alabildiğine büyük, geniş, sonsuz bir dünya…
Bu doğal çevrede önemli yerleşim yerleri dışında
alabildiğine yeşillik, tek tek evler veya çiftlikler dikkati çekiyordu. İzmit
yakınında denize doğru dikine ilerleyen tepeler arasındaki köprüler ve
özellikle Hereke yakınındaki tünel bize mühendislik harikası bir yapı gibi görülüyordu.
İstanbul’a yaklaştıkça asıl bizi şaşırtan şey, Kartal,
Pendik, Maltepe gibi yerleşim yerleri boyunca deniz kıyısında demiryolu
çevresindeki evler ve insanlardı. Tek ya da en fazla iki katlı bahçeli evler,
saksılar içinde gülümseyen, elinizi uzatsanız koparabileceğiniz çeşitli
çiçeklerin süslediği balkonlar… Tatlı rüzgarla dans eden ipteki çamaşırlar...
Bize hareketli fotoğraf karesi gibi gelen bu tabloda; yanı başından geçen treni
kanıksamış günlük işlerini yapan çocuklar, kadınlar veya erkekler… Arada bir
pencereden veya balkondan bizlere el sallayan beyaz tenli, başı açık, kısa
kollu giysileri içinde güleç yüzlü kadınlar… Biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz
mutlu hem çevreyi inceleyen hem de bu duygular içinde herkesi selamlayan biz
taşralı öğrenciler…
Son 20-30 yılda İzmit’ten İstanbul’a kadar o güzelim bölgeyi
beton yapılarla dolduran, yeşilliği, yeşille doğal şekilde iç içe yaşamayı yok
eden gelişmişliği (!) gördükçe, o dönemi daha çok özlüyorum…
HAYDARPAŞA GÖRÜNDÜ
1964 yılının bir Ekim günü trenle ilk kez gittiğim
İstanbul’a varışımı, beni iliklerime dek etkileyen görünümü ve tazeliği ile
hala anımsarım.
Binalar, yoğunlaşan trafik, koşuşturan insanlar ve de yana
yana sıralanan raylar Haydarpaşa Garının yaklaştığını haber verir gibiydi… Tren “Ben geliyorum…” dercesine son uzun tiz
sesini çıkararak gara girerken, yaklaşan rayları yutan ya da kucaklayan geniş
cepheli kahverengi dev taş bina ve süslü kuleler ufkumuzu kaplıyordu... Bu
büyük yapıyı, tren ve lokomotiflerin fazlalığını korku, merak ve hayretle
izlerken benim için birçok şeyin ilkini yaşayacağımı seziyordum…
Pencereden peronu tarayan gözler; tanıdık bir yüz, bir
akraba ya da yakın bir arkadaş arıyor… Pencerelerden bavullar karşılamaya
gelenlere veriliyor ya da taşınıyor... Bizler de yorgun vücudumuzu, telaş, merak ve korku içinde sürüklüyor,
çevremizdekiler ne derse onu yapıyoruz…
“Haydi vapura!” diyorlar, hep birlikte ilerliyoruz… Gar
binasından, sağa sola, yüksek tavanlara, yerdeki ve duvardaki renkli ve desenli
fayanslara hayranlık ve şaşkınlıkla bakarak çıkmak, Türk filmlerinden
tanıdığımız geniş merdivenleri inerek Haydarpaşa Vapur iskelesine ilerlemek bir
çırpıda oluveriyor…
Vapura binmek için jeton almak gerektiği söylenince şaşkın
tavuklar gibi telaşla önce o yana koşuyor, küçük kabinden alınan jetonlarla
tekrar vapur iskelesine dönüyoruz…
Turnikeden geçiyor, uzatılan tahta üzerinden vapura
biniyoruz… Vapur motorunun uğultusu hala kulaklarımızdaki tren uğultusuna
karışıyor… Vapur olduğu yerde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyor, sonra
iskeleden hem uzaklaşıyor hem de olduğu yerde dönüyor... Nihayet rotasını karşı
kıyıya çeviriyor… Arka tarafta çalışan motorla yarışırcasına deniz köpük köpük
köpürüyor… Dağılan köpükler harita çizer gibi deniz yüzeyine yayılıyor, sonra
yavaş yavaş dağılıyor… Geride sadece beyaz bir iz kalıyor…
Karşımızda denizi bölen beton bir set, geride dört köşeli,
beyaz renkli zarif bir kule… Bu Kız Kulesi olmalı… Saatli Maarif Takvimi’nden
anımsıyorum… Yanından geçiyoruz…
Vapur… Kalabalık… Deniz…Rüzgar…Uçan martılar…Yerde gökte her
yerde mavilik…Her yerde kalabalık ve gürültü…Yorgunluk, telaş, korku, merak…
Kulağımızda bir uğultu… Trenin henüz kulaklarımızdan silinmemiş teker sesi… Tıkı tık…tıkı tık…tıkı tık…tıkı
tık… Sanki hala trendeyiz. Uykumuz var mı yok mu belli değil…
Oturduğum yerden; telaşla vapura giren kadın, erkek, yaşlı,
genç, ihtiyar yolculara,
“İstanbullular”a, kendimi küçülmüş ve ezilmiş hissederek bakıyorum.
Arkada dev Haydarpaşa, çevrede deniz, yukarda gökyüzü ve önümüzde tablo gibi
manzara… Ben nerdeyim? Rüyada mıyım, ayık mıyım? Sanki araftayım…
BOĞAZI GEÇİYORUZ
Geride bıraktığımız kıyıdan uzaklaştıkça karşı kıyı yaklaşıyor…
Giderek büyüyor… Aman Allahım… Burası ayrı bir dünya... Bir tablo gibi … Sağda solda;
mavi, yeşil, lacivert, siyah, köpüklü alabildiğine uzanan deniz…
Kulağımda çınlayan motor sesleri…
Sol tarafta yeşillikle içinde kuleler, camiler ve onlarca
minare… Minarelere takılmış tanıdık birkaç bulut… Sarayburnu olmalı…
Yüksek binalar ve yollarda vızır vızır arabalar… Aa… Bir
köprü… Bunu kitaplardan, filmlerden ve resimlerden biliyorum… Galata köprüsü!
Ne kadar uzun, kalabalık ve ne kadar güzel… Aklıma balık tutanlar ve köprüaltı
çocukları geliyor… Arkada şehrin gökyüzü ile birleştiği çizgide, göğe tırmanan
cami kubbeleri ve minareler görüyorum…
Sağ tarafta (Tophane)
yamaçta yeşil bir zemine çiçeklerle yazılan günün tarihi 28 Ekim
1964…Çok hoş ve etkileyici… Acaba İstanbul bana “Hoş geldin!” mi diyor…
Bir yanda Topkapı Sarayı ve camiler… Diğer yanda Galata
Kulesi, yüksek binalar… Arada Haliç ve köprü…
Köprünün her iki yanında siyah dumanlar çıkaran vapurlar… Tablo içinde
durmadan hareket eden deniz, insanlar ve arabalar… Bir tablo, bir suluboya
resim… Ama hareketli, canlı, pırıl pırıl, kıpır kıpır…
Karaköy İskelesi belirginleşiyor… Sallana sallana
yanaşıyoruz… Aynı telaş ve acele ile ellerimizde bavullar çıkıyoruz vapurdan…
TAKSİDEYİZ
Dışarıda değişik renklerde bekleyen taksiler var… Hemen
dikkatimi çeken parlak metal tamponlar, yuvarlak farlar… Bunların efsanevi 1956
ya da 1957 model Şevrole olduğunu, gelmiş geçmiş en güzel, en sağlam ve
kullanışlı taksi modelleri sayıldığını sonradan öğreneceğim.
Şoförlerin hemen hepsi tanıdık gibi… Ben bunları Ayhan
Işık’lı, Belgin Doruk’lu filmlerden tanıyorum… Çoğu orta yaşlı, hafif göbekli,
ince bıyıklı, taranmış saçlı, muntazam yüzlü, temiz giyimli süratli ve kesik
kesik tipik İstanbul Türkçesi ile konuşan insanlar… (Şoförlüğün gerçek bir
meslek olduğu günler.) Deneyimli öğrencilerin aracılığı ile şoföre gidilecek
yeri iyice tarif etmeler, yapılan sıkı pazarlıklar… Gariban öğrenci edebiyatı.
Açılan bagaja şoförün de yardımı ile bavullarımızı
yerleştiriyoruz, sonra tıkış tıkış arabaya biniyoruz. Önde şoförün yanında iki
kişi, arkada üç kişi… Koltuklar kalın ve saydam bir naylonla kaplı. Elimle
çaktırmadan yokluyorum.
Şoför radyoyu açıyor… İnanılmaz bir şey… Son derece net bir
radyo yayını…Nerde bizim oradaki radyolar… İstanbul Radyosunu yerinde
dinlemenin zevkini yaşıyorum… Çok etkileniyorum… Kalacağımız pansiyonun
bulunduğu Osmanbey’e doğru yola çıkıyoruz… İşte büyük şehir budur…”
4 Şubat 2013 Pazartesi
KURTALAN
EKSPRESİ Diyarbakır - Ankara –
İstanbul Hattı
BÖLÜM: 2
VER ELİNİ İSTANBUL
Üniversite öğrenimi nedeniyle doğup büyüdüğü şehirden çıkıp
Ankara, İzmir ya da özellikle İstanbul gibi bir şehre gitmek; bir gencin
yaşamında önemli ve etkileyici bir düğüm noktasıydı.
İstanbul; herkesin bildiği, tarihi ve büyüklüğü ile ilgili
çok şeyin duyulduğu ve okunduğu ancak çok az kimsenin gördüğü, görenlerin de
camileri, Boğaz’ı, Haliç, Beyoğlu ve eğlence dünyasıyla, tramvayı ve kalabalığı
ile bıkıp usanmadan anlattığı bir efsane kentiydi.
Değil İstanbul, yakın illere bile ancak burunlu eski model
otobüsler ya da kamyon arkasında dar ve bakımsız yollarda seyahat etmenin;
önemli, nadir ve güç olduğu o dönemlerde İstanbul’a ancak ticari nedenler ya da
çözülemeyen sağlık sorunları için gidilirdi. Haftada sadece birkaç gün küçücük
terminal binasından başlayan Diyarbakır-İstanbul uçak seferi, resmi seyahat dışında ancak çok önemli ve
acil nedenlerle yapılırdı. Uçakla gidenler halk arasında konuşulur, hayranlık
ve kıskançlıkla karışık duygularla anlatılırdı.
İstanbul’a genelde trenle gidilirdi. Haydarpaşa-Kurtalan
Ekspresi bu alanda tekti.Yalnız Diyarbakır’ı değil bütün Güneydoğu ve bir kısım
Doğu hatta Orta Anadolu’yu Ankara ve İstanbul’a bağlayan, popüler bir müzik grubuna isim olmuş
“Kurtalan Ekspresi”, yıllarca bu görevini şanına yaraşır şekilde yerine
getirdi. Büyük şehirlere ticaret, ziyaret, tayin, öğrenim nedeni ile giden
herkesin en başta gelen seçeneği trendi. Ayrıca daha gerideki Batman Kurtalan gibi
yerlerden de gelen Diyarbakır’a ticaret ya da ziyaret için gelenlerin de en
önemli aracıydı.
Yolculukta değişik nedenlere bağlı gecikme (rötar) olmadığı
takdirde, yaklaşık 24 saatte Ankara’ya, oradan da 12 saatte yani toplam 36
saatte İstanbul’a varılırdı. Ancak gecikme sıklıkla yaşanır, hele ağır geçen
kış aylarında gecikme bir günü bulabilirdi. Bu konuda rekor, aşırı kar yağışı
nedeniyle 1968 yılı Şubat ayında yaşandı. Şubat tatili için Haydarpaşa’da trene
binen bizler, ancak bir haftaya yakın bir süre sonra Elazığ’a varabilmiş,
oradan da dolmuşla Diyarbakır’a gitmiştik. Aynı kış mevsiminde Maraş üzerinden
gelmek isteyenlerin treni ise aşırı kar nedeniyle dağ başında kala kalmış,
uçaklarla gıda maddeleri atılmış, yolcuların eve varmaları tam bir haftayı
bulmuştu. O günler basında güncel konu olarak bu aşırı kış şartları yer
almıştı.
Ulaşımda trenin tartışması birinciliği, 1960’ların sonuna
dek südü. Daha sonra şehirlerarası otobüs seferleri giderek yaygınlaştı. Daha
kolay, daha ucuz ve daha kısa süreli olan bu ulaşım aracı giderek tren
yolculuğunu büyük ölçüde geri plana itti. İlk Diyarbakır - İstanbul seferini
düzenleyen otobüs şirketlerinden Gazanfer Bilge Firması’nın İstanbul Laleli ve
Diyarbakır Dağkapı’daki büroları ile henüz Boğaz Köprüsü yapılmadığı için
Üsküdar Harem İskelesindeki otobüs terminalleri ve feribotla karşıya geçiş o
günkü tazeliği ile anılarımızda yaşıyor.
DİYARBAKIR GARI
Tren yolculuğunun bizler için başladığı Diyarbakır Gar’ı,
Cumhuriyet Dönemi’nin bir eseriydi. 10. Yıl Marşı’nda bahsedilen; Demirağlarla
Ördük Anayurdu Dört Baştan’ın Diyarbakır’daki bir düğüm noktasıydı.
Genç Cumhuriyet’in Anadolu’da başlattığı alt yapı
hizmetlerinin en önemlisi olan yurdu demir Diyarbakır’a 1935 yılında varmış,
oradan da Kurtalana’a kadar uzanmıştı. Trenle çıktığı yurt gezisinde 15 Kasım
1937 yılında Diyarbakır’a varan Atatürk,
gar balkonundan halka hitap etmişti.
Ön cephesinde beyaz
fayans üzerine yazılmış, uzaklardan bile görülebilen DİYARBAKIR yazılı iki katlı
gar binası, TCDDY nin diğer garları gibi tipik mimarisi ile hemen
dikkati çeken tarihi bir yapıydı. Gar çevresinde yanyana sıralanmış tipik küçük
lojmanlar, söğüt ve kavak ağaçları, lokomotiflere su sağlayan depo, çaprazlaşan
raylar, bir tarafta bekleyen lokomotif ve katarlarla yurdun diğer
bölgelerindeki garların bir benzeriydi. Garın hemen yanındaki çay bahçesi,
lisede ders çalışmak için gittiğimiz, sakin, huzurlu ve temiz bir yerdi.
Tren hatlarının ötesinde göz alabildiğine uzanan yemyeşil
bağlar ve içlerinde taştan yapılmış bağ köşkleri görülürdü. Garın bize en
ilginç yeri, yan tarafta üzerinde Fransızca kökenli Büvet yazısı bulunan kısımdı. Buranın büfe
olduğunu seziyor ama Büvet kelimesine bir türlü ısınamıyorduk.
1950 li yılların başında şahit olduğum “Asker Sevkiyatı”, Diyarbakır Garı ile ilgili en eski anımdır.
Bir zamanlar askere gidecek köylü çocukları toplu halde belli merkezlerde
toplanır oradan trenlerle eğitim yapacakları merkezlere gönderilirdi. Genel
olarak kırsal kesimde hijyen şartları kötü olduğu için köylüler vardıkları yerde elbiseleri
üzerlerinden alındığı ve yok edildiği için en eski giysileri ile trene
binerlerdi.
Tesadüfen şahit olduğum böyle bir sevkiyat sırasında trenin
arkasından koşan ve son anda bir yakının kolundan yakalaması ile yüzü koyun yere
düşen bir asker annesini ve tren penceresinden geriye annesine bakan gencin
yüzü de hala gözlerimin önündedir.
“KUŞET” SİZ OLMAZ
Ailelerin ve öğrencilerin uzun tren yolculuğu için olmazsa
olmaz tercihi, Kurtalan Ekspresi’nde altı kişinin seyahat edebileceği “Kuşetli”
ikinci sınıf kompartımanlardı.
Ankara ya da İstanbul’a gidiş tarihi netleşince hemen gecikmeden bilet alınması gerekirdi. Beraber
yolculuk yapmayı düşündüğümüz arkadaşlarla tarihi gar binasının giriş katında
sağ köşedeki gişeden hiç azalmayan bir heyecanla üzerinde vagon ve kompartıman
numarasının yazdığı küçük ve sert kartondan biletimizi almak, neredeyse yolu
yarılamak kadar önemliydi bizim için.
Asıl telaş yolculuğa birkaç gün kala evlerde yaşanırdı. Bir
yandan en az 4-5 ay ailesinden uzak kalacak öğrencilerin şimdiden başlayan sıla
hasreti, bir yandan babaların belli etmediği, annelerin saklayamadığı ayrılık
özlemi… Öte yandan rutin yolculuk hazırlığı… Kocaman bavullara konan giyecekler
ve bozulmayacak yiyecekler… Ders çalışmak için getirilen ama pek yüzüne
bakılmayan kitaplar…Yolculuk için hazırlanan taze yiyecekler… Mevsimine göre
namına yaraşır iri karpuz veya kışlık kavunlar…
Yolculuk uzun, eve dönüş aylar sonra olacağı için
götürülecek eşyaların taşınmasında bavul önem kazanıyordu.
En sık kullanulan bavul, Türk filmlerinden çok iyi
bildiğimiz kırsal bölgeden şehire gelenlerin taşıdığı halk arasında asker
bavulu da denen açık sarı rekli, üzerleri dalga desenli bavuldu. Arası kartonlu
üstü plastik kaplı dikişli, sıklıkla
koyu kahverenkli bavullar gösterişli ama daha dayanıksızdı. En sağlam bavul ise
kalın deriden yapılanlardı. Bavullar yıpranmaya karşı kılıf takılması çok
normaldi.
Yolculuğa çıkarken ailelerin verdiği para, yolda kaybolmasın
veya çalınmasın diye anneler tarafından özel dua ve uyarılarla fanilamıza
dikilen iç ceplere özenle yerleştirilirdi.
Gözü yaşlı ağzı dualı aile büyüklerinin eli öpülerek evden
çıkılır, faytona yüklenen iri bavullarla dıkı dık, dıkı dık tren garına
gidilirdi.
YOLCULUK BAŞLIYOR
Kurtalan Ekspresi; hareket saati gelince yola çıktığını
bütün şehre haber veren uzun kısa tiz düdük sesi, gökyüzüne bilmem kaçıncı kez
salınan dumanı ve “Çuf çuf”ları ile yolculuğuna başlamıştır artık. Uğurlamaya
gelenle pencereden son kez el sallanır, ağır ağır giden trenin yanında koşan
gençlerle tokalaşmaya çalışılırdı.
Trenin hareketi ile beraber önce gar binası, ardından Toprak
Mahsulleri Ofisi’nin siloları, sonra da şehir dışı sayılan Seyrantepe’den
itibaren bütün şehir, bir bandın üzerinden geriye kayarmış gibi giderek
uzaklaşırdı. Trenin şehri uzaklardan selamlayan son düdük sesi ve dumanından
sonra bir anda her şey normale döner, ayrılık duyguları yolculuk heyecanı ile
yer değiştirirdi. Herkes kompartımanda
yerini alır, neredeyse iki gün boyu sürecek yolculuğun sıkıntıli ve neşeli
yönlerine kendini hazırlardı.
Şehre yakın Leylek ve Geyik istasyonlarının ardından Zülküf
Peygamber Dağı ve dağın eteklerindeki Ergani görülürdü. Ergani istasyonu; gözleri görmediği için yanındaki
bir erkek çocuğuyla peronlarda dolaşarak kaval çalan bir ihtiyarla anımsanırdı.
Tren gara yaklaşınca birçok kimsenin gözü bu kişiyi arar, görünce sempatiyle
bakardı. Yolcuların bir kısmı yardımda
bulunurdu.
TÜNELDEN TÜNELE
Tren yolculuğunun zahmetli yönünü, Ergani’den sonra başlayan
ve Maden çıkışına kadar devam eden yaklaşık 70’
e yakın kısa tünel oluştururdu. Kömürle çalışan lokomotiften salınan simsiyah
duman, kapalı pencerelere rağmen içeri girer, genzimizi yakar, elimizi yüzümüzü
siyaha boyar, bazen da küçük kömür taneleri gözümüze kaçardı. Pencereyi açıp
temiz hava almaya fırsat bulamadan ardı ardına gelen onlarca tünel hepimizi tam
olarak dumana boğardı.
Tüneller bitince pencereler açılarak rahat bir nefes alınır,
eller yıkanır, göze kaçan kömür parçaları temiz mendil kenarlarıyla
çıkarılırdı.
Tünellerle ilgili çokça bilinen bir fıkra kuşaktan kuşağa
anlatılır durur. Fıkra bu ya; aynı kompartımanda yolculuk eden bir yabancı,
hayatında hiç muz yememiş öğrencilere muz dağıtır. Kendini daha deneyimli kabul
eden bir öğrenci “Siz bekleyin!” demiş arkadaşlarına. “Önce ben yiyeyim. Ne
olduğunu size söylerim.” Öğrenci tam muzu ısırdığı sırada tren tünele girer.
Karanlık kompartımanda öğrencinin canhıraş sesi duyulur. “Ula aman yemeyin, ben
yedim gözden oldum”.
Maden’den sonra değişen doğa, dağlar, ağaçlar ve masmavi
Hazar Gölü ilgimizi çeker, defalarca o
yolculuk yapılsa bile her seferinde seyredilecek veya gösterilecek ilginç bir
şeyler bulunurdu.
YOLCULUĞUN DEĞİŞMEZ EĞLENCESİ: “KAVUN ÇEKİRDEĞİ”
Kompartımanda ise yolculuk boyunca sürecek alışılmış bir
hazırlık başlardı. Evde hazırlanan ya da hazır alınan tuzlu kavun çekirdeği
torbası gecikmeden çıkarılırdı. Sonraki yıllar hemen hemen tamamen terk edilen
kavun çekirdeği, biz Diyarbakırlı öğrencilerin “Alamet-i farikası” gibiydi. Hep
bir arada makine gibi, ön dişlerimiz ve dil ucumuzla küçücük çekirdeği çıtlar,
arasındaki içi çiğner, kabuğunu da önceleri kibarca önümüzdeki gazete kağıdının
üzerine, sonra ise, doğrusu çok da sonra değil, yere birkaç tane düştüğünü
bahane ederek yere atmaya başlardık. Bir süre sonra ipin ucu kaçar bütün
kompartıman çekirdek kabuğuyla kirletilirdi. Nasıl da süratle o küçücük
çekirdeği başarı ile çıtlıyor, bir çırpıda kabuğunu ayırabiliyorduk, hayret
doğrusu. Aferin bize!
Öğrencilerin bu alışkanlığını kondüktörler de bildiği için,
kompartımana girdiklerinde önce suratları asılır; belki de baş
edemeyeceklerinden, kızmak yerine sadece
“Ahh sizler ahh… Gene berbat edeceksiniz her yeri!” deyip geçerlerdi.
Gece uyku saati gelince, bordo veya lacivert renkli
plastikle kaplı oturma yerinin kaldırılan arkalığı sürgülerle yanlara
sabitleştirilir, üst katın hazırlığı tamamlanırdı. İlginçtir, yattığımız yer
bize kuştüyü yatak gibi, trenin hafif titreşimi ve demir tekerlerin raylarda
yol alırken çıkardığı tıkı tık, tıkı tık, tıkı tık sesi de ninni gibi gelirdi.
Sabah erkenden her şey toplanır ve günlük yaşama geçilirdi. Yemekler herkesin
katkısıyla hazırlanır, birlikte yenirdi. Geri kalan zaman sohbet, şakalaşma,
yandaki kompartımanları ziyaret, çevreyi izleme ya da uyuklama ile geçerdi. En
arka vagondaki restorana giderek çay içmek de havalıydı.
VAGONS LİTS COOK
Kurtalan Ekspresinde; uzun yıllar kömürlü, ancak son yıllar
dizel motorlu olan lokomotifin hemen arkasında önce yük vagonları, daha sonra
birinci ve ikinci mevki yolcu vagonları ve en sonda da yataklı kısım ve
restoran bulunurdu. Yataklı kısmın bulunduğu vagonlardaki “Vagons-Lits Cook”
‘un ne olduğunu doğrusu ne biliyor ne de merak ediyorduk.
Yıllar sonra bu tanınmış Fransız şirketin, 1924 yılından
itibaren Orient Ekspres’e adını verdiğini, uzun yıllar ülkemizde iç hatlarda
çalıştığını ve 1972 yılında Türkiye’den ayrıldığını öğrendik.
Uzun tren yolculuğunda restoranda bir şeyler yemek veya
içmek bir ayrıcalıktı. Bu işin meraklıları vardı. Bizim gibi öğrenciler için
restoranın özelliği olan uzun su bardaklarında çay içmek yeterliydi.
ORTA ANADOLU
Elazığ ve daha sonra gelen Yolçatı İstasyonu, bağlantı ve
aktarmalar nedeniyle en karışık ve tehlikeli duraktı. Buralar geçtikten sonra
sırasıyla Malatya, Sivas ve Kayseri bizi bekliyordu. Kayseri’de her defasında
pastırma tartışması yaşanır, mecbur kalınmadıkça alınmamasına karar verilirdi..
Gece saatlerinde geçilen Sivas her zaman soğuktu. Özellikle kış aylarında Sivas
ve Kayseri garındaki donmuş havuz ve fıskiye, bir resim gibi belleğimizdeki
yerini geçen yıllara rağmen erimeden korudu.
Ertesi gün, ta akşam Ankara’ya varana kadar, geniş Orta
Anadolu bozkırı gözlerimizin önünde uzanıp giderdi… Kalemle çizilmiş sınırları
ile kardeşçe sırtüstü yan yana yatan sarı, yeşil, kahverengi tarlalar… Arada
bir ince derelerin çevresinde çoğunluğu sık aralarla dikilmiş rüzgarla sağa
sola sallanan kavak ya da söğütlerden oluşan ağaç toplulukları … Kasabalar,
köyler, trenle beraber koşan top kafalı, saçları kısaca kesilmiş, genellikle
gazete veya bir şeyler isteyen, bazen de taş atan, güçlü görünüşlü erkek çocukları… Yerleşim
yerlerinin yakınında büyük Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) siloları… Her
yolculukta dikkatimizi çeken fotoğraflar gibiydi.
Bu manzarayı her izleyişimde o çok sevdiğim ve tamamına
yakınını ezbere bildiğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini
romantik pozlarla dışarıda esen rüzgara karşı pencereden okuduğumu anımsıyorum.
“Yağız atlar kişnedi,
meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra altımda sarsıldı demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervan saraylar…
…………….
……………
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
……………
……………
Ellerim takılırken rüzgarların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
……………
……………
Hemen her yıl tekrarlanan bu görüntüler ve anılar bütün
canlılığı ile belleğimizdeki yerini alıyordu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)