SİNEMA, TİYATRO VE OPERA
Üniversite yıllarında öğrenci yurdunda kalmanın önemli
kazanımlarından biri de, meraklı ve becerikli birilerinin öncülüğünde gidilecek
tiyatro, opera, müze vb. görsel kültürel organizasyonlarla tanışmaktı.
Böylelikle özel bir zahmete girmeden hazır biletle güncel eserleri izlemek ya
da müzeleri görmek mümkün oluyordu.
Sarı ışığın hakim olduğu sahne, bana bütün canlı renklerin
kullanıldığı bir tablo gibi gelmişti. Arkadaki manzara, derinlik hissi veren sahne
zenginliği ve özellikle renkli ve ilginç kıyafetler beni inanılmaz derecede
etkilemişti. Oyunu büyük bir mutluluk ve hayranlıkla seyrettiğimi, konuyu
takipten ve olan bitenden çok, sahnedeki gösteriye dikkat ettiğimi
hatırlıyorum. Tiyatrodan çıkarken omuzlarım ve başım daha bir dik, yüzüm daha
bir mutluydu. Ne de olsa tiyatroya gitmiştim, hem de İstanbul’da…
Gittiğimiz ilk opera, yine Tepebaşı’ndaki Şehir
Tiyatrosu’nda sahnelenen, opera buffa- komik opera türünden, “Don Pasquale”
idi. Sahne ve sanatçılar yine çok renkli ve etkileyiciydi. Konuşmalardan fazla
bir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Böylelikle opera kültürünü ve tiyatro
opera farkını görerek ve yaşayarak öğreniyorduk
Kanıma göre tiyatronun altın çağı sayılan o yıllar; Gönül
Ülkü-Gazanfer Özcan ( Azak ), Yıldız ve
Müşfik Kenter (Kenterler), Gülriz
Sururi-Engin Cezzar, Haldun Dormen, Lale Oraloğlu (Oraloğlu) ve diğer tiyatrolara defalarca gitme şansım
oldu.
Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosunda, 1964 yılı kışında,
Haldun Taner’in Türk tiyatro tarihinde bir fenomen olan “Keşanlı Ali Destanı”nı
zevkle izlemiştik. Yine aynı tiyatroda, Haldun Taner’in “Zilli Zarife”
oyununda rol alan kadın sanatçının, eliyle koluyla yaptığı “Hop hop hop”
hareketinden çok etkilenmiş, şubat tatilinde gittiğim Diyarbakır’da ev halkına
oyunu defalarca anlatmış “Hop hop hop”u onlara da öğretmiştim.
Öte yandan, o yılların beğenilen oyunu Pepsi’ de Mücap
Ofluoğlu’nu hayranlıkla seyretmiş, Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda duygu yüklü
“Pollyanna”dan çok etkilenmiştik.
1970 yılı başında yine grup halinde gittiğimiz AKM de,
salonun büyüklüğünü, tavanın yüksekliğini, sahnenin genişliğini ve derinliğini
gözlerken 1964’te Tepebaşı’ndaki eski tiyatro binasını anımsamış, bu değişimden
mutluluk duymuştum.
AKM’nin geniş ve derin sahnesinde, arkadaki dekoru, sahne
zenginliğini, onlarca sanatçının büyük bir ustalıkla sergilediği oyunu çok
beğenmiş, “Sütçü Tevye” rolündeki Cüneyt Gökçer’i dakikalarca
alkışlamış, “Ah bir zengin olsam...” sözlerini yıllarca dilimizden
düşürmemiştik.
1964 ile 1970 yılları arasındaki tıp öğrenimim süresince,
kültür ve sanat olaylarının her birinden ayrı bir zevk almış, ayrı bir heyecan
duymuş, ayrı bir deneyim kazanmıştık. Ancak bizim gibi İstanbul’da artık eski
İstanbul değildi. Evet, başka İstanbul yoktu ama İstanbul da değişiyordu,
değişmek zorundaydı…
İstanbul’da deniz sezonunun, daha doğrusu biz öğrenciler
için plaj sezonunun, Mayıs Haziran aylarında açılmasına rağmen yıl sonu
sınavları nedeniyle denize erken gitme şansımız yoktu. Haziran sonu ya da
Temmuz başında melekete dönmemiz gerektiği için de denize gitmek için ancak
birkaç gün kalıyor demekti.
Her öğrenim yılı sonunda Diyarbakır’a dönerken ailemize ve
yakınlarımıza götürdüğümüz en pratik aynı zamanda değerli hediye, Ali Muhittin Hacı Bekir şekerleriydi. O
dönemin en bilinen şekercisi olan Hacı Bekir’in orta ve büyük boy karton
kutulardaki lokum ya da karışık şekeri çok meşhurdu. Kutunun kapağındaki
yuvarlak firma armasında 1777 de kurulan firmanın kurucusu Hacı Bekir ve torunu
Ali Muhittin’in isimleri, alınan madalyaların resimleri ve yabancı dillerde
tanıtım yazıları yer alıyordu.
Öğrencilik günlerimin unutulmaz bir anısı da 1968 yılında,
hafta sonu halk oyunları çalışmalarının yapıldığı Pertevniyal Lisesinde
gördüğüm ve dinlediğim Behçet Kemal Çağlar’la ilgili. Bir kurumun üniversite
öğrencileri için organize ettiği halk oyunları kursunun açılış törenine gelen
ünlü şairi hayranlıkla dinlemiş, çağlayarak akan su gibi okuduğu şiiri coşkuyla
alkışlamıştık. O kursta öğrendiğim birçok halk oyunu figürünü, özellikle Silifkenin Yoğurdu’nu hala ustalıkla
yapabilirim.
1964 yılının Kasım ayının
11inde Ali Sami Yen Stadının açılışı nedeniyle oynanacak Türkiye Bulgaristan
Milli Maçı, ogünün en güncel olayıydı. Bizim gibi hasta Galatasaraylılar için
ise en az bunun kadar önemli olan Metin Oktay’ı ilk defa, sporu bırakma arafesinde olduğu için
muhtemelen son defa, izlemek şansımızın
olmasıydı.
Mecidiyeköy’deki stada Osmanbey’den yürüyerek vardığımızda
stat hemen hemen dolmuştu. Ancak Şişli tarafında, kapasitesi daha az olan açık
tribünde yer bulmamız belki de bizi kısa bir süre sonra meydana gelecek bir
felaketten korumuş olacaktı. Maçın başlamasına az bir süre kala karşımızdaki
açık tribünün üst katındaki seyirci kalabalığında önce bir dalgalanma ardından
binlerce insanın gözleri önünde bir facia yaşandı. İnsanlar patır patır üst
kattan bir aşağı kata düşüyordu. Binlerce insan şaşkın gözler ve bir şey yapamamanın çaresizliği ile olayı
yavaş bir film izler gibi izliyordu.
İlk telaştan sonra maçın ne olacağı tartışılırken devam
kararı muhtemelen yeni bir karışıklığı engelliyordu. İstanbul Radyosunun
devamlı “Elim bir olay nedeni ile çok sayıda kana ihtiyaç vardır” anlamındaki
anonsuna rağmen, tabiiki televizyon yayını olmadığı için kimselerin stattan pek
haberi yoktu, maç başladı. Ancak ne seyircilerde maçın başlangıcındaki moral ne
de her iki takımnda heyecan vardı. Maç başladığı gibi tatsız tuzsuz bittiğinde,
bizim için, bu tarihi olaya şahit olmak dışında Metin Oktay’ı canlı olarak
izlemek ve uzaktan birkaş vuruşunu alkışlamak dışında bir şey kalmamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder