22 Nisan 2011 Cuma

ZİYA GÖKALP;İLKOKULDAN LİSEYE



İLKOKULDAN LİSEYE;   ZİYA GÖKALP…



Diyarbakır denince akla ilk gelen isimlerden biri nasıl Ziya Gökalp ise, çocukluk yıllarımızda da okul deyince  aklımıza  ilk  gelen,  Ziya Gökalp İlkokulu ve Ziya Gökalp Lisesi’ydi. 1950 li 1960 lı yıllarda Ziya Gökalp İlkokulu  dönemin en tanınmış ilkokullarından biri;  eski ismiyle Diyarbakır sonraki ismiyle Ziya Gökalp Lisesi ise Cumhuriyet döneminin uzun süre bölgedeki tek ve çok önemli lisesiydi.

Benden büyük kardeşlerimin deneyimi ile 1953 te  Ziya Gökalp İlkokulu’na başladığımda kendimi okula önceden  hazırlamış, evimizin bulunduğu Ulu Cami Mahallesi’nden, ara yolları kullanarak  Ziya Gökalp Sokağı’ndaki okula gitmeyi öğrenmiştim bile.

Aşı kağıdı, trahom muayenesi, nüfus kağıdı, vesikalık fotoğraf çektirme  vs gibi işlemlerle başlayan okula kayıt hazırlığı hayatımda  bürokrasiyle tanışmanın ilk adımını oluşturuyordu.

Her çocuğun yaşadığı o ilk ve büyük heyecanı iliklerime kadar hissederek  önce şimdi ‘Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’ olan o zaman kapısının üzerinde  ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’ tabelası bulunan  Sağlık Müdürlüğü’ne gitmiş,  avluya açılan alt kattaki bir odada aşı ile ilgili işlemleri bitirip ara kapıdan geçtiğimiz  ‘Trahom Savaş’ olarak bilinen bitişik binanın ikinci katında yapılan trahom  muayenesinden sonra rahatlamış olarak  dışarı çıkmıştık.

Trahom, sıtma ve tüberkülozun ülke genelinde  yaygın ve ciddi sorun olduğu Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan ‘Trahom Savaş’, ‘Sıtma Savaş’ ve ‘Verem Savaş’ örgütleri dünya çapında inanılmaz bir başarı sağlamış ve böylelikle üç yaygın hastalık ta  kontrol altına alınmıştı. Trahom,  izolasyon amacı ile trahomlu öğrencilerin ayrı bir okula gönderilmesini gerektirecek kadar ciddiye alınan bir hastalıktı. Mahallede oynarken birden ‘Hadi trahoma gidelim’ der grup halinde Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’nin yanındaki Trahom Savaş’a giderek gözlerimize biri renksiz ve yakıcı diğeri  bir süre sonra burnumuzdan akan sarı renkli iki ilacı damlattırır, tekrar oyuna dönerdik.

İlkokula kayıt için çekilen vesikalık fotoğrafımda o yaştaki her çocuk gibi  yuvarlak bir surat, tombul yanaklar, dikkatli bakan gözlerde sezilen korku ve endişe ile , hafif çatık kaşlarla;  üzeri işli beyaz  yakalık ve gri gömleğim hayatımın ilk resmi belgesi olarak kayıtlara geçiyordu. İlkokulda öğrencilerin çoğunluğunun  siyah, bazılarının gri renkli gömlek  giydiği dönemde benim  için uygun görülen ikincisi olmuştu. Özellikle bizim yabancı dediğimiz subay veya memur çocuklarının hepsinin önlüğü hem siyah hem de belirgin şekilde kısa iken, benimkiyle birlikte bazı öğrencininki hem griydi hem de uzun. Gizli gizli buna üzüldüğüm, siyah renkli önlüklülere imrenerek baktığım iki yıldan sonra nihayet sahip olduğum siyah renkli önlüğümle  çocukluğumun ilk kompleksini geride bırakıyordum.

Kayıt numaram  öylesine hoşuma gitmişti ki  okulun açılışına  yakın günlerde evimizin avlusunda ‘Sekiz yüz doksan altı, sekiz yüz doksan altın, sekiz yüz doksan altı, sekiz yüz doksan altın’ diye söylenerek hem numaramı ezberliyor  hem de, altı ile altın arasındaki benzetmeden  kendimce zevk alıyordum.





ZİYA GÖKALP İLKOKULU

Ziya Gökalp Sokağında , Dörtyol’a yakın kesme taştan (erkek bazalt taş)  yapılan 2 katlı Ziya Gökalp İlkokulu, büyük pencerelerle süslü  gösterişli bir cephe,  zeminden merdivenlerle çıkılan Roma tarzı üçgen alınlıklı  büyük bir giriş kapısı olan büyük ve tarihi  bir binaydı. Alt katta koridora açılan 4 dershane, giriş kapısının tam karşısında üst kata çıkan geniş ahşap bir merdiven, üst katta yine koridora açılan 4, toplam 8 dershane bulunuyordu.

Binanın tarihi, neoklasik Osmanlı tarzında yapıldığı 19 yüzyıl sonuna;  ‘Kız Orta Mektebi’ olarak (Rüştiye-i İnas)   kullanıldığı  1912’ ye ve ilkokula çevrildiği 1928’ e kadar gidiyordu.  Yüksek tavanlı, geniş  pencereli, tahta zeminli okulda  öğretmenler odası alt katta ve ön cephedeydi. Bize o sıralar oldukça yüksek görünen  aslında sadece  birkaç basamakla   inilen  öğrencilerin toplanma ve oyun alanı olan okul bahçesinin bir köşesinde  kooperatif odası, karşısında ise eğitici film gösterileri ve kapalı havalarda spor amaçlı kullanılan bir salon vardı.

Öğrenim dönemimizde büyük olasılıkla  sınıf darlığı nedeniyle bir yıl eğitim gördüğümüz bu salon,  arada bir hastalıklarla ilgili siyah beyaz ve yıpranmış da olsa eğitici filmlerin gösterildiği, bize göre  neşeli ve eğitici saatlerin geçirildiği bir yer oluyordu.

Kuruluşundan itibaren Rıza Bey, Süleyman Bey (Savcı), Ömer Bey ve Faik Bey’dan sonra gelen müdürümüz  Ahmet Tarhan, uzun boyu, uygun fiziği, ciddi görüntüsü ve  verdiği güvenle ilkokul müdüründen çok  bir genel müdüre benziyordu. Birkaç yıl sonra kulaktan kulağa yayılan Halk Partili olduğu  söylentisinin ardından  yerine yeni müdür Hayri Yılmaz’ın atanması kimse için sürpriz olmadı. Hayri Yılmaz da iri cüssesi, otoritesi ile  iddialı ve çalışkan bir müdür olarak yıllarca hizmet verdikten sonra  Yenişehir’de açılan şehrin süratle değişen sosyal dokusuna uygun  daha popüler olan Mehmetçik İlkokulu’na atandı.



SEVGİLİ ÖĞRETMENİM
           
İlkokul yılları boyunca ( 1953-1958)  tek öğretmenimiz olan ve gerçekten bir anne gibi benimsediğimiz Musavver  Hanım (Musavver Sümer) ile  Zeki Aktan’ın eşi Kadriye Aktan beraberce okulun en iyi öğretmenlerindendiler. Orta boyu, toplu fiziği, kumral ve hafif dalgalı saçlarıyla  devamlı gülümseyen  Musavver Hanım’a göre, Kadriye Hanım uzun boyu, beyaz teni, siyah saçları, iri gözleri  ile güzelliğinin farkında havalı ve biraz da kendinden razı  bir öğretmendi Yıllar sonra tıp fakültesi öğrencisi olarak  Musavver Hanım’ı ziyarete gittiğimde  beni yeni öğrencilerine  büyük bir sevgi ve gururla tanıtırken neden duygulanarak gözlerinin yaşardığını; yine yıllar sonra  kıdemli bir üniversite öğretim üyesiyken,   beni görmeye  gelen doçent olmuş bir  öğrencimi gördüğümde  çok daha iyi anladım.

İlkokul döneminin unutulmayan ve sevilen  hocalarından biri de  zayıf yapısı, uzun boyu, hafif eğik yürüyüşü ve kışın şapka niyetine kullandığı atkıyla kapattığı beyaz saçlı  kafası, güler yüzü ve tatlı dili  ile Salih Şeker’di. Bazı arkadaşlarımızın din dersine  niye  girmediğini önceleri  pek anlamıyor, sonra tesadüfen onların ‘Gayrimüslim’ olduğunu öğrenince de   arkadaşlık ilişkilerimiz değişmiyordu.



İLKOKULDA HAYAT
                                  

Okulda ders başlamadan önce, teneffüslerde  veya öğlen aralarında tek oyun alanımız olan okul bahçesinde,  sıkıştırılmış ve sicimle sıkıca bağlanmış kağıt toplar veya  yine kağıda sarılmış veya  sarılmamış orta büyüklükteki taş kömürü parçası ile iki takım halinde kan ter içinde  oynadığımız futbol maçlarıyla ve ‘Carr’ denen koşma ve yakalamaya dayanan oyunlardan çok hoşlanırdık.

Öte yandan iki  veya üç kızın kol kola girerek ritmik ve uyumlu bir şekilde koşarken çıkardığı ‘Ego Ego Dan Dan Dana’ tekerlemesi ve ip atlama da kız öğrencilerin belli başlı oyunlarıydı.

Okul kooperatifinde yiyecek olarak sabahları siyah tepsilerde  fırından gelen  tadına doyulmaz   sıcak ‘Poğaça’ lar  ve o sıralar çok yeni olan daha çok zengin çocuklarının aldığı  ‘Gofret’, biz  ona ‘Goflet’ dedik,  satılırdı. Benim  de  kısa bir süre görev yaptığım kooperatifte, yakın arkadaşım Aziz Tatlıcı ile onların meşhur pastanesi (Şeyhmus Pastanesi ) ve fırınlarına giderek beğendiğimiz boğacaların satıldığı  kooperatif işi  öğrenciler için imrenilecek bir ayrıcalıktı.

Sınıfların yüksek sayılacak  ahşap tavanına   zaman zaman  bizim de  katıldığımız yaramaz çocukların, bükülü  baş parmakları   ile işaret parmakları arasına sıkıştırarak  fırlattığı jiletlerin  saplanması ve  orada kalması  bir marifet sayılırdı.

Kaloriferin henüz olmadığı, ısınmanın odun ve taşkömürü ile yapıldığı sınıflarda kışın  sobaya yakın oturmak bir  avantaj, çok yakın oturmak ise kaçınılmaz olarak devamlı  terlemek demekti.

İlkokul yaşantısının, bütün öğrencileri etkileyen  unutulmaz anılarından biri de aşı günleriydi. Aniden sınıflara giren görevlilerden   kaçma şansı bulamayan özellikle bazı kız öğrencilerin heyecanlanması, korkması hatta ağlaması  bazı erkek öğrencilerin ise  cesaret örneği olarak öne çıkması olağan işlerdi. O kuşağın unutamadığı yaşlı, gözlüklü erkek iğneciden kaçabilenler kaçamayanlara göre kendilerini şanslı olarak kabul etse de, az sonra bir diğer iğneciden aynı enjektör ve iğne ile 5-6  öğrenciye aşı yapılmasından hiç kimse kurtulamıyordu. Ertesi gün aşı yeri şişiyor, kızarıyor,  evdeki  kolonya, ispirto veya sıcak pansuman uygulamasına rağmen geçmeyince bir iki gün devamsızlığa neden oluyordu. Aynı enjektörle birkaç kişiye aşı yapılmasının  hepatit B yayılımı tehlikesine  neden olduğunu anlamak için en az 30 yıl geçmesi gerekecekti.

                               

ÇALIŞMA ZAMANI

Öğrencilerin üç defa  karne aldığı, iki ara tatil yaptığı o dönemlerde  dersler arasında en önemlileri matematik, hayat bilgisi ve  türkçeydi.  Diğer derslerden olan temizlik  dersinde her pazartesi  cebimizde taşıdığımız küçük beyaz mendilleri sıranın üstüne koyar, kesilmiş tırnaklı küçük temiz ellerimizi mendilin üzerine yerleştirir heyecan ve korku ile öğretmenin gelip temizlik kontrolü yapmasını beklerdik. Öğretmenler de büyük bir ciddiyetle bu görevlerini yapar, beğenmedikleri öğrenciyi ya uyarır veya cetvelle parmaklarına sertçe vururdu.

Çok eğlenceli geçen  müzik dersinde öğrendiğimiz şarkıları birlikte söyler, avazımız çıktığı kadar ama belli bir ritim içinde bağırır, bu şekilde  hangi sınıfta müzik dersi olduğunun  kolaylıkla anlaşılmasını sağlardık.

 Müzik dersinde kara tahtaya notalar için beş paralel çizgiyi çekmek ve sol anahtarını yerleştirmek, öğretmen öğrenci işbirliği ile kolayca yapılan zevkli bir işti. Paralel çizgiler ya parmaklar arasına sıkıştırılan iki tebeşirin düzgün bir şekilde yürütülmesi ile tamamlanır veya daha düzenli olması için ip yöntemi kullanılırdı. Bu yöntemde yeterli uzunluktaki bir beyaz ip önce tebeşirle iyice boyanır, sonra iki ucundan gergin bir şekilde  kara tahtaya yapıştırılır ve aniden çekilip bırakılırdı.

Dördüncü ve beşinci sınıflarda müzik dersimize gelen Erdoğan Bey (Erdoğan Aykal)  ustaca çaldığı ve bizim davul zurnadan sonra ilk defa gördüğümüz müzik aleti olan akordeonu ile hepimizin ilgisini çekmişti.

İlk söylediğimiz şarkılardan biri daha  okula gitmeden bütün çocukların ezberlediği;

Daha dün annemizin kollarında yaşarken
  Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken
  Şimdi okullu olduk, sınıfları doldurduk
  Yaşasın okulumuz, yaşasın sınıfımız’ şarkısıydı.

Tabii kaçımızın çiçekli bahçesi olan evlerde büyüdüğünü bilmek mümkün değildi ama okula başlamanın kaçınılmaz bir kader olarak bütün çocuklarda belli bir heyecan ve korku-merak yarattığı kesindi.

Müzik dersinin  bir diğer demirbaş şarkısı, hareketlerle söylenen dünyanın en çevreci ve yeşilci (!)  şarkısıydı;

Baltalar elimizde, uzun ip belimizde
 Biz gideriz ormana, ormana hey hey’

Diye başlayan şarkıda ellerimizde balta varmış gibi kollarımızı önce sağdan sola, sonra soldan  sağa savurarak ve bu arada oduncular gibi ‘Hıh, hıh’ diyerek  yeşil renkli cennet vatanımızın  ağaçlarını (!)  neşe içinde keserdik.

İlkokul birinci sınıfta zor olan okuma yazmayı öğrendikten sonra  o zamanların klasik kitabı olan Alfabedeki hikayeleri  okumak ve anlamak bizlere yeni bir dünyanın kapısını açıyordu. Alfabedeki her hikayenin ayrı bir etkisi oluyor, bir avcının vurduğu kuşun yuvasında onu bekleyen yavrusunun durumuna olabildiğince üzülüyor hatta ağlarken, Alfabenin sonundaki;

Karga karga gak dedi, çık şu dala bak dedi
 Çıktım baktım o dala, karga fındık getirdi,
 Fare yedi bitirdi, onu tuttu bir kedi,
 Miyav dedi av dedi…’ ile devam eden ve sonunda;

Müjde Alfabe bitti…’ tekerlemesi ile biten okuma parçasına gülüyorduk.



HAFTALIK DERGİLER

Ara sınıflarda temel eğitim aracı olan haftalık dergiler, en ufak ayrıntısına  kadar aklımda kalan, şimdi görsem hemen  tanıyabileceğim  heyecan verici, öğretici, eğlenceli, renkli resimleri ile  inanılmaz bir şekilde belleğimizde yer ediyordu. Düzgün çizgiler ve pastel renklerle hafif sarımsı dergi sayfalarına  yerleşen o güzel dünyanın, en azından zihinlerimizde hala yaşadığı bilmek bile çok güzel bir duygu.

Şortlu  tombul bir erkek çocuğun çizildiği ‘Vücudumuz ve Organlarımız’ konusunda  vücudumuzun baş, gövde, kol ve bacaklardan oluştuğunu, beş duyumuzun neler olduğunu, sabahları dişlerimizi fırçalamamız gerektiğini  bir daha unutmamak üzere öğreniyorduk.

Mevsimlerle ilgili bilgiler ve resimler bir klasikti. Sokakta yürürken şapkası rüzgardan uçan adam, köşedeki kestaneci, rüzgardan eğilmiş yapraklarını dökmüş ağaçlar, bacalardan rüzgara kapılmış savrulan soba dumanları sonbahar demekti.

Karla kaplı bir bahçede şaşmaz bir şekilde havuç burunlu, kömür gözlü, atkılı   kardan adam, arkada bacası tüten bir ev, paltolu, atkılı kartopu oynayan, kızakla kayan çocuklar kışın  değişmez kahramanıydı. Bir diğer sayfada ise bacası tüten evin içinde üzerinde kestanelerin piştiği bir soba, köşede oturan sakallı dede ve baş örtülü nine, ayakta dolaşan genç ama modern anne ve baba ve mutlaka sobanın yanında kıvrılarak yatan veya yün yumağı ile oynayan evin kedisi vardı.

İlkbaharla ilgili dergilerde, dallarında kuşların öttüğü çiçek açan ağaçlar, kelebekler,  havada dönen leylekler, yemyeşil çayırlar, neşe ile koşuşan çocuklar çok tipikti. Bütün ağaçların ilkbaharda çiçek açtığını bilmediğimiz o yaşlarda, bizim için bütün çiçek açan ağaçlar badem ağacıydı.

Bir deniz kıyısı, uzaktan geçen bir yelkenli, havada  düzgün şekilli birkaç bulut ve uçan  martılar, kıyıda kürek ve kovaları ile kumda oynayan çocuklardan  oluşan yaz resimlerinin yer aldığı dergiler artık tatil döneminin geldiğini gösterirdi.




TARİH ŞERİTİ

Sınıflarımızın bir diğer unutulmazı, hala okullarda varlığına inandığım, duvardaki ‘Tarih Şeriti’,  sınıfın duvarları boyunca renkli resimler ve iri yazılarla tarihten önceki  çağlar,  Yontma Taş, Cilalı Taş Devri, Maden Devri, sonra sırasıyla  ilk medeniyetler, Türk Devletleri, Osmanlılar ve en sonunda da Türkiye Cumhuriyeti ve nihayet Atatürk’ü belleğimize  işliyordu.

Tarihin yazının icadı ile başladığını ve ilk çağ insanlarının nasıl yaşadığını öğrendik. Ancak Orta Asya’dan göçlerle bütün dünyaya yayılan ve Mezopotamya, Anadolu hatta Mısırdaki medeniyetleri kuran  biz Türkler hakkındaki bilgilerin gerçekdışılığını öğrenmemiz çok uzun yıllar aldı.

Bize öğretilen bu tarih bilgilerini İlkokul 4 ve 5. sınıflarda en ince ayrıntısına , yapılan anlaşmaların  maddelerine kadar öğrendik, pek iyiler aldık, orta okulda ve lisede bir daha, bir daha  öğrendik, yine pek iyiler aldık, sonra çoğunu unuttuk. Tarihin ne olduğunu, nasıl okunması ve öğrenilmesi gerektiğini anlamamız için epeyi yıllar, toplumsal deneyimler, üzüntüler, travmalar  gerekiyormuş.



YERLİ MALI YURDUN MALI

Her yıl aralık ayında, ilkokul yıllarının unutulmaz etkinliklerinden  biri ‘Yerli Malı Haftası’,  duvarlara  konu ile  ilgili afişler asılarak kutlanır, herkes evinden getirdiği kuru ve  taze meyveleri masalara dizerdi.  Öğretmenin yaptığı yurdumuzun zenginlikleri ile ilgili  övücü ve gurur verici konuşmadan,  yerli malı kullanmanın  faydalarını vurgulayan sözlerinden sonra   hazırlanan ev ödevleri okunur daha sonra da yerli mallar toplu halde tüketilirdi.  Yerli malı olarak cennet vatanımızda yetişen ürünler, yurdu demir ağlarla saran demiryolları ve kurulan barajların ve fabrikaların övüncü  hepimize yetiyordu. Şimdiki çocuklar bilir mi emin değilim ama bizim çok hoşumuza giden koro halinde söylediğimiz, kabaca hecelerin ardı ardına uzun ve kısa seslerle okunduğu  ‘Yerli Malı Haftası’ şarkısı bir klasikti.

Şarkın girişi ‘ Yerli malı yurdun malı
                        Herkes ondan kullanmalı’ şeklindeydi.

Okunurken sırası ile;

Yeeerli maaalı yuuurdun maaalı
  Heeerkes  ooondan kuuullanmaaalı…’  şeklinde bir uzun bir kısa sesle vurgulu okunur, küçücük çocukların toplu halde okuduğu şakı gerçekten kulağa hoş gelirdi.



MAVİ  BULUTLU MANZARA RESMİ

En sevdiğimiz derslerden olan resim dersindeki bilgi ve deneyimimiz ilkokul 4 veya 5. sınıfta  o klasik manzara resmiyle zirveye çıkmıştı. Yan yana sıralanmış orta büyüklükte kahverengi dağlar, iki dağın arasından çıkan, kıvrılarak akan, yaklaştıkça genişleyen  üzerinde küçük bir köprü bulunan  mavi renkli bir dere. Çevresi kırmızı  tahta çitlerle çevrili yeşil çimenler ve bir ağaçla süslü bahçede   tek katlı kırmızı çatılı bir ev. Dere üzerindeki köprüye ince bir yolla bağlanan  evin üst tarafı yuvarlak bir giriş kapısı, perdeleri yandan bağlı iki geniş pencere, dumanların yükseldiği bir baca  mutlaka çizilmeliydi. Yeşil çimenlerin  ve kahverengi dağların üzerindeki beyaz gökyüzünde  asılı gibi duran mavi bulutlar ve uçan kuşlar, düşlerimizdeki dünyayı  tamamlayan vazgeçilmez özelliklerdi.

Coğrafya dersinde harita çizme ve boyama yeteneğimiz de resim derslerindeki gelişmelerden payını alıyordu. Deniz kıyılarını mavi renkli kalemle koyuca boyuyor, açık denizleri ise jiletle oluşturduğumuz mavi kalem  tozlarını bir pamukla yayarak göze hoş gelen bir görüntü oluşturuyorduk. Benzer şekilde jiletle dağlık bölgelere kahverengi, ovalı bölgelere yeşil renkli kuru boya ucu döküyor sonra da bunu yayıyorduk. Ülkelerin sınırlarını da mors alfabesi gibi bir uzun bir kısa  kırmızı  çizgilerle işaretliyorduk.


AMERİKAN YARDIMI

Bir süre sonra okullarda öğrencilere gıda yardımı yapılacağı duyuldu.  Paketler halinde ince dilimli, koyu sarı renkli, ancak damak zevkimize pek uygun olmayan  amerikan peyniri ve 30 cm çapında, üzerlerinde tokalaşan Türk ve Amerikan bayraklı iki elin bulunduğu  (Amerikan Türk dostluğunu gösteren amblemli)  kutulardaki süt tozu,  beslenme saatinde dağıtılmaya başlandı. 1950 lerin başında artan Türk- Amerikan ilişkilerinden, Nato’ya girmemizden ve Marshal planından haberimiz yoktu ama  sıcak suya katılarak taze süt halinde dağıtılan süt tozu bize ilginç gelmişti.



GARDEN PARTİ

İlkokulun son sınıfında, sınıf öğretmeni dışında, bir bayan öğretmenin  geldiği Aile Bilgisi  dersinde, kız erkek herkesin yapması gereken;  kare şeklindeki bir bez parçasına düğme dikmek, ilik açmak ve teğel atmak gibi işler öğretilirdi. Biz erkek öğrencilerin de (annelerimizin de yardımıyla) mecburen öğrendiği  bu pratik bilgilerin çok işimize yaradığını,  özellikle yüksek öğrenimdeki bekarlık günlerimizde düğme dikmeye ve sökülen pantolon paçasına teğel atmaya mecbur kaldığımızda o günleri sıcak bir nostaljiyle andığımızı itiraf etmeliyim.

Bizim Aile Bilgisi derslerimize rahmetli Osman Ocak’ın kızı Gönül Hanım  geliyordu.  Çok şık giyinen, bizlerin gözünde ulaşılmaz, erişilmez bir sınıf olan  ‘Sosyete’  veya ‘Asri’ dediğimiz sınıftan sayılan Gönül Hanım, bize verdiği bir ödev ile unutulmazlar arasına girmişti. Ev ödevi olarak verdiği ‘Garden Parti Nedir’  sorusuna cevap bulabilmek için yaptığımız bütün çabalar  başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bizler için parti; Halk Parti’si veya Demokrat Parti’ydi; garden’in ne olduğunu ise vallahi hiç birimiz bilmiyorduk.

İlkokuldaki önemli etkinliklerden biri izciliğin ilkokuldaki uygulaması olan ‘Yavrukurt’  olmaktı. Lacivert pantolon, haki rengi göğüslerinde iki cep bulunan gömlek, boyuna renkli bir kordonla  asılı düdük, üzerinde bir kurt başı bulunan lacivert şapka, çoraplar  vs.  Trompet takımı var, ancak ben orada yokum,  sadece trompetlerle resim çektirebiliyorum.



OKUL DIŞINDAYIZ

Resmi bayramlarda geçit törenine hazırlanmak, törende yürümek ve birinci olmak çok önemliydi hatta övünç kaynağıydı. Uzun yıllar  muhtemelen düzgün kıyafet ve düzenli yürüme kriterlerine göre  törenlerde birinci olmayı, en azından kendimize göre,  kimseye kaptırmadık. Sonraki yıllar ise değişen sosyal şartlara bağlı olarak başta Mehmetçik İlkokulu olmak üzere yeni açılan okulların rekabeti bu sıralamayı bozdu.

Urfa Kapı yakınındaki Yeni İlkokula öğretici çizgi filmler seyretmek için sınıflar halinde gitmemiz ilkokul yıllarının değişik anılarındandı. Ufacık boyumuzla sırayı bozmadan  Ziya Gökalp Sokağındaki okulumuzdan şehrin (daha doğrusu sur içinin) ta öbür tarafındaki Yeni İlkokula kadar düzenli bir şekilde ara sokaklardan geçerek  gitmek, gösteri salonunda diğer okullardan da gelen öğrencilerle beraber film seyretmek ve tekrar geri dönmek bizim için filmin konusundan daha önemliydi. Buna rağmen seyrettiğimiz filmlerin ağırlıklı olarak verem savaşla ilgili olduğunu,  iyi beslenmeyen, sigara ve alkol alan bir kişinin akciğerlerine verem mikrobunun girişini, hastalığa neden oluşunu, öksürüğündeki verem mikrobu taneciklerinin hava yolu ile  çevresindekilere bulaşmasını, buna karşılık iyi beslenen, temiz hava alan, sigara ve alkol almayanların hasta olmadığını  siyah beyaz ve çiziklerle dolu film kareleriyle öğreniyorduk.

İlkokuldaki   önemli günlerden biri de toplu halde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı  karşılamaya gittiğimiz, Stat Caddesinde saatlerce beklediğimiz, nihayet yukarılardan geçen bir uçağı  çılgınca alkışladığımız, daha sonra  arabalardan oluşan bir  konvoyun  geçişi sırasında  hayal meyal Celal Bayar’ı gördüğümüz gündü. Günümüzde  hala ilkokul çocuklarının bu tip törenlere götürüldüğü ve saatlerce bekletildiği uygulaması devam ettiğine göre milli eğitim politikamızın kurumsallaşması ile ne kadar övünsek azdır! 



AŞIK MI OLUYORUM ?

Çocukluktan gençliğe geçişin  kaçınılmaz olarak yaşandığı, karşı cinse duyulan ilginin  yavaş yavaş uyandığı beşinci sınıfta, benim romantik kahramanım da bir eczacının kız kardeşi, esmer güzeli  bir kızdı. Müzikle aram iyi olmamasına rağmen,  tesadüfen adının geçtiği o günlerin modası olan bir türküyü sonuna kadar ezberlediğim kızcağızın benden haberi var mıydı, hala emin değilim. Aşk sen nelere kadirsin!


                              
ORTAOKUL

Ortaöğrenime, ilkokulu bitirdiğimiz yıl yeni  açılan Ali Emiri Ortaokulu’nda başladık.  Ancak okulun  binası  henüz binası bitmediği için Kurşunlu Cami yakınındaki Cumhuriyet İlkolu’nda  geçirdiğimiz bir yılın  ardından Ziya Gökalp Lisesi binasına geçtik.

Kız öğrencilerin orta okul ve lise yılları boyunca  siyah önlük giymeye devam etmesine rağmen biz erkeklerin artık siyah önlükten kurtulmaları, küçücük boynumuza oturmayan gömlek ve evdeki fazla kıravatların iriliğine rağmen çok hoşa giden bir duyguydu.

Derslere  giren ayrı hocalara  göre kendimizi ayarlamak,  ilkokul yıllarında tek öğretmene alışan bizler için endişe, korku ve heyecan verici bir  dönemin başladığını gösteriyordu.

Okulun  mahallemizden uzaklığı nedeniyle özellikle kış aylarında yağmurlu ve karlı günlerde akşam karanlığında  o yaşlardaki ufacık boyumuz ve çelimsiz yapımızla dar sokaklardan gidip gelmek pek kolay olmuyordu. En çok imrendiğimiz şey  öğrencilerin dağılması sırasında subay çocuklarının ‘Enter’le (Koyu mavi renkli askeri otobüs) toplu halde okuldan  ayrılmalarıydı.  Gıpta ile onlara bakıyoruz, biraz da bu kompleksle yabancı, yani subay veya memur çocuklarına, onları küçük görmek ve aşağılamak için  ‘Çikolata Çocuğu’ diyorduk. Bizler ise ‘ Şeher Çocuğu’yduk.




TERBİYENİ TAKIN

Ortaokul yıllarında ilgi duyduğum bir kız arkadaşımla aramızdaki ilişki tam Türk filmlerindeki gibi başladı ve bitti. Ben ve kız arkadaşım iyi oğlan ve iyi kız rollerinde bakışıyoruz, konuşuyoruz, sınıfta birbirimize bir şeyler sormak için bahane arıyoruz. Senaryodaki kötü oğlan benim yakın arkadaşım. O da kıza ilgi duyuyor ama muhtemelen kızın ona ilgi göstermediğini düşünüyor.  Kız arkadaşımızın asık suratı, ağlamaklı yüz ifadesi ve herkesin içinde o zamanların klasik sözüyle  ‘Çok ayıp, terbiyeni takın’ sözlerinin nedenini şaşkın gözlerle kızın masasının üzerine kazınarak yazılan ismimi görünce anlıyorum. İkna edici sözler söylememe karşın kötü çocuk yapacağını yapmıştı. Ertesi yıl ailesinin Diyarbakır’dan ayrılması nedeniyle  başka ile giden ikinci göz ağrım bu iletişim çağında yazdıklarımı okur ümidiyle bu  büyük sırrı (!) yarım asır sonra açıklıyorum.



UNUTULMAZ HOCALAR

En renkli (!) hocamız, ‘Haftrenk’  ( Yedi renk)  lakaplı, şık giyinen, saçları muhtemelen o gün bilmediğimiz röfleli veya belki de doğal röfleli,  muhtemelen subay hanımı olan deneyimli coğrafyacımızdı.  Tarih dersinin hocası ise meşhur Necati Uğraş’tı. Kalın camlı gözlüğünün arkasındaki canlı gözleri, her zaman tıraşlı yüzü ve elindeki kısa sopası ile sinirli ancak iyi öğreten bir hocaydı. Öğrenciler baş başa kaldıkları zaman anlamlı kaş göz hareketleri ile hocanın ‘Gizli komünist’ olduğu konusunda imalı hareketler yapadı. Notunun çok kıt olmasıyla bilinen Necati Uğraş’tan sözlüde 10 numara alarak hocan nezdinde  özel bir yerim olduğu için çok mutluydum.

Öbür öğretmenlerimiz arasında müzik hocası Tevfik Aykal ve resim hocası Turan Erol’un yeri ayrıydı.

Uzun boyu, zayıf yüzü ve sinirli yapısı ile belleğimize kazınan, aynı zamanda Ziya Gökalp Lisesi marşını da bestelemiş  olan Tevfik Bey  çok değerli bir insandı. Ona göre hayatta başarılı olmanın birinci şartı müzikten anlamaktı, müzikten anlamayana  haklı olarak kızıyordu. O zamanlar henüz çocuk yaşta olan İdil Biret’i dinlerken kendinden geçtiğini ve elindeki gözlüğü kırdığını anlattığı anısını bizlere naklederken  o anı tekrar yaşar gibiydi.

İyi gam çıkmak, yani sesler arasındaki perde farkını bilmek ve bunu göstermek bu işin ilk adımı ise ben bu adımdan çok uzaktaydım. Gam çıkmayı bilmiyorum, sesler arasındaki farkı ortaya koyamıyorum, do, re, mi, fa vs söylüyorum ama sesler hep birbirine benziyor,  notaları doğu dürüst tanımıyorum, müzik kitabımıza kurşun kalemle notaların isimlerini yazıp ezberliyorum. Yani müzik dersi açısından ümitsiz bir vakayım.



NEŞELİ OL Kİ GENÇ KALASIN

Birkaç meşhur şarkı var. Hepsini ezberlemişim ama notaları söylerken yine perde farklarını çıkaramıyorum.

En sevdiğim şarkı:

Neşeli ol ki genç kalasın
 Bu dünyadan da zevk alasın
 Ümitler hep süslenir neşeyle
 Neşeli ol ki genç kalasın’

Hayatımda notalarını hala unutmadığım tek müzik parçası;

Do do re mi mi re do re mi do
 Mi mi fa sol sol fa mi fa  sol mi
 So sol  la la fa mi fa re sol sol
 Do do re mi mi re do re mi do’

Okurken ses farkları o kadar kötü ki ben bile beğenmiyorum.

Diğer iki şarkı;

‘Bak postacı geliyor, selam ediyor
 Herkes ona bakıyor, merak ediyor
 Çok teşekkür ederim postacı sana
 Çok sevinçli haberler getirdin bana…’

Diğer şarkı;

‘Daldalan daldalan daldan aşağı
 Püskülü bağlamış belden aşağı…’ gibi…



İKİ GÖZÜM İKİ ÇEŞME

İlk yarı karne alıyoruz, Diğer derslerim iyi ama müzik notum dört.  Yıl sonu karne almaya gidiyorum. İki gözüm iki çeşme Cumhuriyet İlkokulundan Ulu Cami Mahallesindeki eve kadar ağlaya ağlaya dönüyorum. Öğrenim hayatımda ilk (ve son) defa ikmale kalıyorum, o da müzikten.

İkmal neyse de yaz boyunca müzik dersine nasıl çalışacağımı bilemiyorum. Bütün bir yaz şehir evinin avlusunda, ailenin dünyaya gelen dokuzuncu, hayata kalan altıncı çocuğu olarak, benden 40 yaş büyük annemin, 45 yaş büyük ve  müzikteki yeteneksizliğimin muhtemel  nedeni olan babamın şaşkın bakışları altında  gam çıkıyorum, sonra en yukardan geriye doğru iniyorum, sonra tekrar çıkıyor tekrar iniyorum.

Sonbahar geldi, ikmal günü gelip çattı, sınavda bana yine gam çıkarttılar. Hocaların suratındaki ‘Ümitsiz vaka’ ifadesine  kafayı takmadan verilen 5 e çılgınca sevinerek sınavdan çıktım. Bu ilk ve tek ikmal deneyimime rağmen bana öğrencin olmak onurunu yaşattığın için  buradan sana rahmet diliyorum Tevfik Hoca!

Tevfik Bey büyük bir müzik adamıydı, ailece müzisyendiler. Akordeon çalan bü
yük oğlu Erdoğan Bey, Ziya Gökalp İlkokulunda müzik hocamızdı. Ortanca oğlu Ergün Bey ile  çok sonraları yakın dostluğumuz oldu. Küçük oğlunu ise yalnız ben değil bütün dünya tanıdı, Gürer Aykal.

Ulu Cami Mahallesinde  komşumuz olan kırtasiyeci ve gazete bayii Hakkı Sönmez  Bey’in damadı Turan Erol  gibi son derecede kibar ve kaliteli bir resim hocamız olduğu için de çok şanslıydık.

Orta Okul döneminin unutulmaz simalarından biri de diğer şubede okuyan, daha sonra İstanbul’a giden ve genç yaşta halk müziği alanında çok değerli bir sanatçı olan  dostum Bedri Ayseli’ydi.

Yine bu yıllarda  resim ve elişi dersinde; sulu boya çalışması, yırtma yapıştırma, patates basma, alçıdan tabak veya model hayvan yapma gibi ödevler, yaşattıkları zevk, sıkıntı ve zahmetle  beraber anılardaki yerlerini alıyorlardı.



ZİYA GÖKAP LİSESİNE DÖNÜŞ
                                
Orta 2’de eğitim için Ziya Gökalp Lisesi binasına dönüş bizim için ulaşım ve  moral bakımından  çok iyi olmuştu. Artık liseli abiler  gibi  sabah 4 öğlenden sonra 2 saat ders yapıyoruz, öğle arasında ya eve gidiyoruz veya lisenin karşısındaki Yayla Bakkaliyesi’nden bir şeyler alıp yiyiyoruz.



BEN BİR TİYATRO SANATÇISIYIM

İlk ve son tiyatro sanatçılığım açısından da orta okul günlerim benin için unutulmazdı. O yaşlardaki birçok  genç gibi yazdığım  şiir ve hikayelerimi  topladığım edebiyat defterim, öğretmenlerden birisinin dikkatini çekmişti. Çok geçmeden çağrıldığım öğretmenler odasına neyle suçlanacağımı bilememenin  verdiği korku ve heyecanla girmiş, bir öğrenci için olabilecek en mutlu yüz ifadesiyle çıkmıştım. Yakında yapılacak okul aile birliği toplantısında sahneye konacak piyeste bana da uygun bir rol verilmişti. Yaşlı bir hanımın şımarık ve olur olmaz konuşan torunu rolü sanat hayatımın (!) ilk ve son rolüydü. Bu toplantı ve bu nedenle hazırlanan kitapçık o yılların bir belgesi olarak hala kitaplığımda her  dokunduğumda  beni mutlu etmek görevini ısrarla sürdürüyor.



LİSELİYİZ

Ortaokul bitirme sınavlarını başarı ile bitirip liseye kayıt yaptırmak bizim için tam bir sınıf atlamaydı. Lise mezunu olmak okumuş olmak, aydın olmak, devlet memuru olabilmek veya  istediğin işe girebilmek ve nihayet yedek subay olmak demekti. Lise mezunu olmak yarı üniversiteli olmaktı.

Her öğrenim yılı başlangıcında alınacak kitapların listesini temin etmek ve kitapçılardan almak ilk günlerin telaş ve  heyecanına  katkıda bulunuyordu. Emin Oktay’ın tarih kitabı,   Nimet ve Rakım Çalapala’nın coğrafya  ve Nihat Sami Banarlı’nın edebiyat kitabı birçok kuşağın eğitiminde temel kaynak olmuştu.

50’li ve  60’ lı yıllarda yörenin okuma fırsatı bulan birçok genci için hayata atılmak veya yüksek öğrenime devam edebilmek için en önemli öğrenim kurumu olan Ziya Gökalp Lisesi, yüz yılı aşkın tarihi ile  doğu ve güneydoğunun büyük liselerinden biriydi. Ahmet Kabaklı ve Fahrettin Kırzıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Tevfik Aykal, Turan Erol  gibi çok  ünlü hocaların hizmet verdiği bir kurumdu.

Binanın arka blok  üst katında yatılı öğrencilere ayrılan pansiyondaki  yatakhane ve  etüd sınıfları  bize çok ilginç ve merak uyandırıcı gelirdi. Yatılı öğrenciler arasındaki memleketli gruplarının,  kendi aralarında veya yerli öğrencilerle, basit bir bahane  veya kız meselesi gibi  henüz etnik olmayan nedenlerle  ortaya çıkan ortaya çıkan, zaman zaman kavgaya varan sürtüşmeleri doğal kabul edilirdi. Bu gruplar arasında Silvan’lılar, Siverek’liler, Derik’liler başta gelirdi.

 Ziya Gökalp Lisesinin kuruluş yıllarından kalan  piyanonun bakımsızlığı  ve zengin olmasına rağmen göstermelik hale getirilen  fizik laboratuarının durumu aslında cumhuriyetin ilk yıllarındaki ciddi, uygulamalı  eğitimin terk edildiğinin ilk belirtileriydi. Bütün dersler ezber esasına dayandığı için kim iyi ezberlerse o daha iyi not alıyordu.

Lise yıllarında eğitim programında bulunan ve  çağdaş eğitim anlayışının gereği olan  felsefe, mantık, sosyoloji , astronomi, sanat tarihi  gibi dersler bizlere hayata dair farklı görüş açıları kazandırıyordu. Daha sonraki yıllarda bu derslerin kısmen veya tamamen kalkması eğitim sistemimiz için bir geri adım olacaktı.



HOCALAR

Edebiyet öğretmeni Osman Ocak, ingilizceci Isparta’lı Esat Bey ve Nebahat Hanım, Amerikalı siyah sinema oyuncusu  Sidney Poiter’ e benzeyen Enis Erdem Ece, fransızcacı Turgut Bey, matematikçi meşhur  Halil Budak, coğrafyacı Nigar Hanım, türkçeci Nahide Hanım, daha sonra Dicle Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan kimyacı Turan Bey, kısa sürede haklı bir ün kazanan resim öğretmenimiz   Kaya Özsezgin unutulmazdı.

Orta ve lise öğrenimi  boyunca en yetersiz eğitimi yabancı dil konusunda aldık. Daha ortaokula kayıt sırasında yabancı dil dağılımını kurayla yapan birçok genci bu yolla çok kere istemediği halde geçerliliği giderek azalan Fransızca ve Almanca ile baş başa bırakan sistem, rastlantı sonucu bana  İngilizce şansını vermişti. Ortaokula  başladığım yıllarda  açılan “Maarif  Koleji”ne yatılı olması nedeniyle devam etme şansını yitirmem ise bitmeyecek  İngilizce öğrenme çabalarımın temel nedeni olacaktı.

Tam bir felaket olan İngilizce derslerine nadiren gerçek İngilizce hocası genellikle de dersler boş geçmesin hesabı herhangi bir hoca geliyordu.  O yılların İngilizce eğitim aracı olan ‘Gatenby’ olabilecek en itici ve sıkıcı  kitaptı. Her yıl en fazla birkaç konunun işlendiği kitap altı yıl boyunca son derece yetersiz bir düzeyde bilgi veriyordu. Buna rağmen kitabın ana kahramanları olan Mr. ve Mrs. Brown ile çocukları George, Mary ve Jack’i  kendi ailemizin üyeleri gibi sevdik ve hiç unutmadık. Cem Yılmaz’ın  alfabedeki kahramanları Ali ve  Oya’sı gibi, ben de İngiltere  Milli Eğitim Bakanlığında uzun boyu ile Mr. Brown’ı, kısa saçları ile Mrs. Brown’ı, 15-16 yaşlarındaki ceketli George’u, 10-12 yaşlarındaki Mary’i ve kısa pantolonlu Jack’i bugün görsem hemen tanırım.



ALTERNATİFLİ   DUVAR  GAZETESİ
                        
Okulda  usulden olan  duvar gazetesi  faaliyetlerine bizim sınıfda  uzun tartışmalardan sonra; ‘Fide’ isimli bir gazete ile katılmaya karar verdi. Benim de aralarında bulunduğum  birkaç kişinin, tabii ki idare destekli,  hazırladığı  el yazısı güzel öğrencilerin yazdığı, karikatür ve şiirlerle süslenmiş ilk  sayıyı büyük bir gururla  duvara astık.  Ancak sevincimiz fazla sürmedi, sınıf içindeki bir grubun kendi aralarında gizlice hazırladıkları ve bizimkinden çok daha ilgi çeken  mizahi  yazılar ve karikatürlerle dolu  gazetesi bizi mat etmişti. Şimdilerde ‘Alternatif’ denen bu eylemin sahipleri bizden daha serbest, aynı zamanda  daha yaratıcı ve zekiydiler. Gazetelerinin adı bizimki gibi standart ve ısmarlama değildi, alternatif gazete ‘Turp’, adı gibiydi. Gazetemiz kaç sayı devam etti hatırlamıyorum ama alternatif gazeteyi çıkaranların içinden ilerde çok iyi gazetecilerin çıktığına inancımı hiç kaybetmedim.

Liselerde her yıl  öğrenciler arasında iki farklı görüşü savunma esasına dayanan  ‘Münazara’ların yapılması adetti. Bizim dönemde  yapılan ve benim de konuştuğum; ‘Bilim insan için midir, bilim bilim için midir?’ konulu  münazarayı unutamam.  Öğrenciler önünde yapılan ateşli konuşmalar, tartışmalar ve tezahüratlardan sora, jüri üyesi hocaların ‘İki taraf ta çok iyiydi’ kararı ile şiş ve kebap yanmaktan kurtarılmış gibi görünse de kararın  öğrenciler  arasındaki  uzun süre konuşulmasını engellenememişti.

Ergenliğe girmiş bazı erkek öğrencilerin şeytanca ve alaycı  yüz ifadesiyle söylediği “Üniversite” ve “Aşağı mahalle” lafları  ile orada rastladıkları bekar erkek  öğretmenlere gönderme yapmalarının   ne anlama geldiğini bizim  gibi yüzü gözü henüz  açılmamış  öğrenciler seziyor, ancak bilmediğimiz  ortaya çıkmasın diye birşey soramıyorduk.



YEDİĞİM  SON HOCA DAYAĞI

Öğrenciliğimin son dayağını bana tattıran  tarih öğretmenimiz  İzzettin Bey’di. Orta boyu ve gözü rahatsız etmeyen göbeği ile tam bir babacan  hoca tipi vardı. Osmanlı tarihini anlatırken heyecanlanır, teatral bir şekilde sesini bazen yükseltir bazan alçaltır; Yavuz Sultan Selim’i her anlatışında    ‘Hazine lebaleb doluydu’ dediği zaman  gözleri dolar, sesi titrerdi.

Sakin bir tarih dersinde,  yanımda gürültü yapan yakın arkadaşımın hemen ciddileşen yüz ifadesine zamanında uyum sağlayamayan sol  yanağım, İzzettin Bey’in elinin tersiyle buluştuğu zaman benim için artık ‘Ama hocam!’ dememin manası kalmamıştı.



LİSEYE VEDA ZAMANI

Lisenin son yıllarında herkesi saran üniversite sınavı heyecanı, beraberinde öğrencilerin geleceğini tayin konusundaki  deneyimsizliklerini, kararsızlıklarını ve sahipsizliklerine de ortaya koyuyordu. Üniversite sınavı merkezi olmuştu, tek sınavla alınacak puan geleceğimizi çizecekti. Neyse ki puanlar belli olduktan sonra birkaç yere başvurma şansı da vardı.

Dağ Kapı’daki Öğretmen Okulu’nda girdiğimiz merkezi üniversite  sınavından sonra  ilk belli olan  ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi sonuçlarının  beni rahatlatmasına rağmen gönlümdeki Siyasal Bilgiler Fakültesine gitmek, daha sonra  vali veya dış işleri mensubu olmak  özlemi sevincimi  gölgeliyordu.

 ODTÜ ye kayıt için yola çıktığımız  yaklaşık iki gün süren tren yolculuğunun Kayseri ayağında  bir gece yarısı aldığımız gazetenin ekinde okuduğum diğer üniversite sınavları sonuçları beni  iyice çıkmaza soktu. İstanbul Tıp Fakültesi hiç de kötü bir alternatif değildi. Ankara’da 15 gün barakalarda  devam eden ODTÜ İngilizce hazırlık sınıfı günleri beni yeterince etkilememiş olmalı ki, ODTÜ den ayrılmaya, puanım tuttuğu için kayıt yaptırdığım Siyasal Bilgiler Fakültesi ve İstanbul Tıp  Fakültesi arasında tercih yapmak için tekrar Diyarbakır’a döndüm. Siyasal ile Tıp arasındaki tercihim sırasında  rahmetli babamın ‘Devlet memurluğu baştakilere bağlıdır, insanı üzebilirler, ama  doktorluk  bir sanattır, altın bileziktir, her yerde işe yarar’ sözleri artık dönülmez şekilde kaderimi çizmişti. 

1964 yılının yağmurlu bir ekim gününde üniversiteyi kazanan diğer arkadaşlarla beraber  o zamanın usulü, gurbetten büyük şehirlere giden işçiler misali, yatak, yorgan ve yastıktan oluşan yükümüz ve kocaman  bavulumuzla  ‘Kurtalan Ekspresi’nin  kuşetli vagonunda, bilmediğimiz  fırsatlar, hayaller ve aynı zamanda tehlikeler  kenti   İstanbul’a doğru yola  çıktık.