4 Şubat 2013 Pazartesi


 

KURTALAN EKSPRESİ     Diyarbakır - Ankara – İstanbul Hattı
 
BÖLÜM:  2

 

 

VER ELİNİ İSTANBUL

 

Üniversite öğrenimi nedeniyle doğup büyüdüğü şehirden çıkıp Ankara, İzmir ya da özellikle İstanbul gibi bir şehre gitmek; bir gencin yaşamında önemli ve etkileyici bir düğüm noktasıydı.

 

İstanbul; herkesin bildiği, tarihi ve büyüklüğü ile ilgili çok şeyin duyulduğu ve okunduğu ancak çok az kimsenin gördüğü, görenlerin de camileri, Boğaz’ı, Haliç, Beyoğlu ve eğlence dünyasıyla, tramvayı ve kalabalığı ile bıkıp usanmadan anlattığı bir efsane kentiydi.

 

Değil İstanbul, yakın illere bile ancak burunlu eski model otobüsler ya da kamyon arkasında dar ve bakımsız yollarda seyahat etmenin; önemli, nadir ve güç olduğu o dönemlerde İstanbul’a ancak ticari nedenler ya da çözülemeyen sağlık sorunları için gidilirdi. Haftada sadece birkaç gün küçücük terminal binasından başlayan Diyarbakır-İstanbul uçak seferi,  resmi seyahat dışında ancak çok önemli ve acil nedenlerle yapılırdı. Uçakla gidenler halk arasında konuşulur, hayranlık ve kıskançlıkla karışık duygularla anlatılırdı.

 

İstanbul’a genelde trenle gidilirdi. Haydarpaşa-Kurtalan Ekspresi bu alanda tekti.Yalnız Diyarbakır’ı değil bütün Güneydoğu ve bir kısım Doğu hatta Orta Anadolu’yu Ankara ve İstanbul’a bağlayan,  popüler bir müzik grubuna isim olmuş “Kurtalan Ekspresi”, yıllarca bu görevini şanına yaraşır şekilde yerine getirdi. Büyük şehirlere ticaret, ziyaret, tayin, öğrenim nedeni ile giden herkesin en başta gelen seçeneği trendi. Ayrıca daha gerideki Batman Kurtalan gibi yerlerden de gelen Diyarbakır’a ticaret ya da ziyaret için gelenlerin de en önemli aracıydı.

 

Yolculukta değişik nedenlere bağlı gecikme (rötar) olmadığı takdirde, yaklaşık 24 saatte Ankara’ya, oradan da 12 saatte yani toplam 36 saatte İstanbul’a varılırdı. Ancak gecikme sıklıkla yaşanır, hele ağır geçen kış aylarında gecikme bir günü bulabilirdi. Bu konuda rekor, aşırı kar yağışı nedeniyle 1968 yılı Şubat ayında yaşandı. Şubat tatili için Haydarpaşa’da trene binen bizler, ancak bir haftaya yakın bir süre sonra Elazığ’a varabilmiş, oradan da dolmuşla Diyarbakır’a gitmiştik. Aynı kış mevsiminde Maraş üzerinden gelmek isteyenlerin treni ise aşırı kar nedeniyle dağ başında kala kalmış, uçaklarla gıda maddeleri atılmış, yolcuların eve varmaları tam bir haftayı bulmuştu. O günler basında güncel konu olarak bu aşırı kış şartları yer almıştı.

 

Ulaşımda trenin tartışması birinciliği, 1960’ların sonuna dek südü. Daha sonra şehirlerarası otobüs seferleri giderek yaygınlaştı. Daha kolay, daha ucuz ve daha kısa süreli olan bu ulaşım aracı giderek tren yolculuğunu büyük ölçüde geri plana itti. İlk Diyarbakır - İstanbul seferini düzenleyen otobüs şirketlerinden Gazanfer Bilge Firması’nın İstanbul Laleli ve Diyarbakır Dağkapı’daki büroları ile henüz Boğaz Köprüsü yapılmadığı için Üsküdar Harem İskelesindeki otobüs terminalleri ve feribotla karşıya geçiş o günkü tazeliği ile anılarımızda yaşıyor.

 

 

 

DİYARBAKIR GARI

 

Tren yolculuğunun bizler için başladığı Diyarbakır Gar’ı, Cumhuriyet Dönemi’nin bir eseriydi. 10. Yıl Marşı’nda bahsedilen; Demirağlarla Ördük Anayurdu Dört Baştan’ın Diyarbakır’daki bir düğüm noktasıydı.

 

Genç Cumhuriyet’in Anadolu’da başlattığı alt yapı hizmetlerinin en önemlisi olan yurdu demir Diyarbakır’a 1935 yılında varmış, oradan da Kurtalana’a kadar uzanmıştı. Trenle çıktığı yurt gezisinde 15 Kasım 1937 yılında  Diyarbakır’a varan Atatürk, gar balkonundan halka hitap etmişti.

 

Ön cephesinde  beyaz fayans üzerine yazılmış, uzaklardan bile görülebilen  DİYARBAKIR yazılı  iki katlı  gar binası, TCDDY nin diğer garları gibi tipik mimarisi ile hemen dikkati çeken  tarihi bir yapıydı.  Gar çevresinde yanyana sıralanmış tipik küçük lojmanlar, söğüt ve kavak ağaçları, lokomotiflere su sağlayan depo, çaprazlaşan raylar, bir tarafta bekleyen lokomotif ve katarlarla yurdun diğer bölgelerindeki garların bir benzeriydi. Garın hemen yanındaki çay bahçesi, lisede ders çalışmak için gittiğimiz, sakin, huzurlu ve temiz bir yerdi.

 

Tren hatlarının ötesinde göz alabildiğine uzanan yemyeşil bağlar ve içlerinde taştan yapılmış bağ köşkleri görülürdü. Garın bize en ilginç yeri, yan tarafta üzerinde Fransızca kökenli  Büvet yazısı bulunan kısımdı. Buranın büfe olduğunu seziyor ama Büvet kelimesine bir türlü ısınamıyorduk.

 

1950 li yılların başında şahit olduğum “Asker Sevkiyatı”,  Diyarbakır Garı ile ilgili en eski anımdır. Bir zamanlar askere gidecek köylü çocukları toplu halde belli merkezlerde toplanır oradan trenlerle eğitim yapacakları merkezlere gönderilirdi. Genel olarak kırsal kesimde hijyen şartları kötü olduğu için  köylüler vardıkları yerde elbiseleri üzerlerinden alındığı ve yok edildiği için en eski giysileri ile trene binerlerdi.

 

Tesadüfen şahit olduğum böyle bir sevkiyat sırasında trenin arkasından koşan ve son anda bir yakının kolundan yakalaması ile yüzü koyun yere düşen bir asker annesini ve tren penceresinden geriye annesine bakan gencin yüzü de hala gözlerimin önündedir.

 

 

 

“KUŞET” SİZ OLMAZ

 

Ailelerin ve öğrencilerin uzun tren yolculuğu için olmazsa olmaz tercihi, Kurtalan Ekspresi’nde altı kişinin seyahat edebileceği “Kuşetli” ikinci sınıf kompartımanlardı.

 

Ankara ya da İstanbul’a gidiş tarihi netleşince hemen  gecikmeden bilet alınması gerekirdi. Beraber yolculuk yapmayı düşündüğümüz arkadaşlarla tarihi gar binasının giriş katında sağ köşedeki gişeden hiç azalmayan bir heyecanla üzerinde vagon ve kompartıman numarasının yazdığı küçük ve sert kartondan biletimizi almak, neredeyse yolu yarılamak kadar önemliydi bizim için.

 

Asıl telaş yolculuğa birkaç gün kala evlerde yaşanırdı. Bir yandan en az 4-5 ay ailesinden uzak kalacak öğrencilerin şimdiden başlayan sıla hasreti, bir yandan babaların belli etmediği, annelerin saklayamadığı ayrılık özlemi… Öte yandan rutin yolculuk hazırlığı… Kocaman bavullara konan giyecekler ve bozulmayacak yiyecekler… Ders çalışmak için getirilen ama pek yüzüne bakılmayan kitaplar…Yolculuk için hazırlanan taze yiyecekler… Mevsimine göre namına yaraşır iri karpuz veya kışlık kavunlar…

 

Yolculuk uzun, eve dönüş aylar sonra olacağı için götürülecek eşyaların taşınmasında bavul önem kazanıyordu.

 

En sık kullanulan bavul, Türk filmlerinden çok iyi bildiğimiz kırsal bölgeden şehire gelenlerin taşıdığı halk arasında asker bavulu da denen açık sarı rekli, üzerleri dalga desenli bavuldu. Arası kartonlu üstü  plastik kaplı dikişli, sıklıkla koyu kahverenkli bavullar gösterişli ama daha dayanıksızdı. En sağlam bavul ise kalın deriden yapılanlardı. Bavullar yıpranmaya karşı kılıf takılması çok normaldi.

 

Yolculuğa çıkarken ailelerin verdiği para, yolda kaybolmasın veya çalınmasın diye anneler tarafından özel dua ve uyarılarla fanilamıza dikilen iç ceplere özenle yerleştirilirdi.

 

Gözü yaşlı ağzı dualı aile büyüklerinin eli öpülerek evden çıkılır, faytona yüklenen iri bavullarla dıkı dık, dıkı dık tren garına gidilirdi.

 

 

 

YOLCULUK BAŞLIYOR

 

Kurtalan Ekspresi; hareket saati gelince yola çıktığını bütün şehre haber veren uzun kısa tiz düdük sesi, gökyüzüne bilmem kaçıncı kez salınan dumanı ve “Çuf çuf”ları ile yolculuğuna başlamıştır artık. Uğurlamaya gelenle pencereden son kez el sallanır, ağır ağır giden trenin yanında koşan gençlerle tokalaşmaya çalışılırdı.

 

Trenin hareketi ile beraber önce gar binası, ardından Toprak Mahsulleri Ofisi’nin siloları, sonra da şehir dışı sayılan Seyrantepe’den itibaren bütün şehir, bir bandın üzerinden geriye kayarmış gibi giderek uzaklaşırdı. Trenin şehri uzaklardan selamlayan son düdük sesi ve dumanından sonra bir anda her şey normale döner, ayrılık duyguları yolculuk heyecanı ile yer  değiştirirdi. Herkes kompartımanda yerini alır, neredeyse iki gün boyu sürecek yolculuğun sıkıntıli ve neşeli yönlerine kendini hazırlardı.

 

Şehre yakın Leylek ve Geyik istasyonlarının ardından Zülküf Peygamber Dağı ve dağın eteklerindeki Ergani görülürdü. Ergani  istasyonu; gözleri görmediği için yanındaki bir erkek çocuğuyla peronlarda dolaşarak kaval çalan bir ihtiyarla anımsanırdı. Tren gara yaklaşınca birçok kimsenin gözü bu kişiyi arar, görünce sempatiyle bakardı. Yolcuların bir kısmı  yardımda bulunurdu.

 

 

TÜNELDEN TÜNELE

 

Tren yolculuğunun zahmetli yönünü, Ergani’den sonra başlayan ve Maden çıkışına kadar devam eden yaklaşık 70’ e yakın kısa tünel oluştururdu. Kömürle çalışan lokomotiften salınan simsiyah duman, kapalı pencerelere rağmen içeri girer, genzimizi yakar, elimizi yüzümüzü siyaha boyar, bazen da küçük kömür taneleri gözümüze kaçardı. Pencereyi açıp temiz hava almaya fırsat bulamadan ardı ardına gelen onlarca tünel hepimizi tam olarak dumana boğardı.

Tüneller bitince pencereler açılarak rahat bir nefes alınır, eller yıkanır, göze kaçan kömür parçaları temiz mendil kenarlarıyla çıkarılırdı.

 

Tünellerle ilgili çokça bilinen bir fıkra kuşaktan kuşağa anlatılır durur. Fıkra bu ya; aynı kompartımanda yolculuk eden bir yabancı, hayatında hiç muz yememiş öğrencilere muz dağıtır. Kendini daha deneyimli kabul eden bir öğrenci “Siz bekleyin!” demiş arkadaşlarına. “Önce ben yiyeyim. Ne olduğunu size söylerim.” Öğrenci tam muzu ısırdığı sırada tren tünele girer. Karanlık kompartımanda öğrencinin canhıraş sesi duyulur. “Ula aman yemeyin, ben yedim gözden oldum”.

 

Maden’den sonra değişen doğa, dağlar, ağaçlar ve masmavi Hazar Gölü ilgimizi çeker,  defalarca o yolculuk yapılsa bile her seferinde seyredilecek veya gösterilecek ilginç bir şeyler bulunurdu.

 

 

 

YOLCULUĞUN DEĞİŞMEZ EĞLENCESİ:   “KAVUN ÇEKİRDEĞİ”

 

Kompartımanda ise yolculuk boyunca sürecek alışılmış bir hazırlık başlardı. Evde hazırlanan ya da hazır alınan tuzlu kavun çekirdeği torbası gecikmeden çıkarılırdı. Sonraki yıllar hemen hemen tamamen terk edilen kavun çekirdeği, biz Diyarbakırlı öğrencilerin “Alamet-i farikası” gibiydi. Hep bir arada makine gibi, ön dişlerimiz ve dil ucumuzla küçücük çekirdeği çıtlar, arasındaki içi çiğner, kabuğunu da önceleri kibarca önümüzdeki gazete kağıdının üzerine, sonra ise, doğrusu çok da sonra değil, yere birkaç tane düştüğünü bahane ederek yere atmaya başlardık. Bir süre sonra ipin ucu kaçar bütün kompartıman çekirdek kabuğuyla kirletilirdi. Nasıl da süratle o küçücük çekirdeği başarı ile çıtlıyor, bir çırpıda kabuğunu ayırabiliyorduk, hayret doğrusu. Aferin bize!

 

Öğrencilerin bu alışkanlığını kondüktörler de bildiği için, kompartımana girdiklerinde önce suratları asılır; belki de baş edemeyeceklerinden,  kızmak yerine sadece “Ahh sizler ahh… Gene berbat edeceksiniz her yeri!” deyip geçerlerdi.

 

Gece uyku saati gelince, bordo veya lacivert renkli plastikle kaplı oturma yerinin kaldırılan arkalığı sürgülerle yanlara sabitleştirilir, üst katın hazırlığı tamamlanırdı. İlginçtir, yattığımız yer bize kuştüyü yatak gibi, trenin hafif titreşimi ve demir tekerlerin raylarda yol alırken çıkardığı tıkı tık, tıkı tık, tıkı tık sesi de ninni gibi gelirdi. Sabah erkenden her şey toplanır ve günlük yaşama geçilirdi. Yemekler herkesin katkısıyla hazırlanır, birlikte yenirdi. Geri kalan zaman sohbet, şakalaşma, yandaki kompartımanları ziyaret, çevreyi izleme ya da uyuklama ile geçerdi. En arka vagondaki restorana giderek çay içmek de havalıydı.

 

 

 

VAGONS LİTS COOK

 

Kurtalan Ekspresinde; uzun yıllar kömürlü, ancak son yıllar dizel motorlu olan lokomotifin hemen arkasında önce yük vagonları, daha sonra birinci ve ikinci mevki yolcu vagonları ve en sonda da yataklı kısım ve restoran bulunurdu. Yataklı kısmın bulunduğu vagonlardaki “Vagons-Lits Cook” ‘un ne olduğunu doğrusu ne biliyor ne de merak ediyorduk.

 

Yıllar sonra bu tanınmış Fransız şirketin, 1924 yılından itibaren Orient Ekspres’e adını verdiğini, uzun yıllar ülkemizde iç hatlarda çalıştığını ve 1972 yılında Türkiye’den ayrıldığını öğrendik.

 

Uzun tren yolculuğunda restoranda bir şeyler yemek veya içmek bir ayrıcalıktı. Bu işin meraklıları vardı. Bizim gibi öğrenciler için restoranın özelliği olan uzun su bardaklarında çay içmek yeterliydi.

 

 

 

ORTA ANADOLU

 

Elazığ ve daha sonra gelen Yolçatı İstasyonu, bağlantı ve aktarmalar nedeniyle en karışık ve tehlikeli duraktı. Buralar geçtikten sonra sırasıyla Malatya, Sivas ve Kayseri bizi bekliyordu. Kayseri’de her defasında pastırma tartışması yaşanır, mecbur kalınmadıkça alınmamasına karar verilirdi.. Gece saatlerinde geçilen Sivas her zaman soğuktu. Özellikle kış aylarında Sivas ve Kayseri garındaki donmuş havuz ve fıskiye, bir resim gibi belleğimizdeki yerini geçen yıllara rağmen erimeden korudu.

 

Ertesi gün, ta akşam Ankara’ya varana kadar, geniş Orta Anadolu bozkırı gözlerimizin önünde uzanıp giderdi… Kalemle çizilmiş sınırları ile kardeşçe sırtüstü yan yana yatan sarı, yeşil, kahverengi tarlalar… Arada bir ince derelerin çevresinde çoğunluğu sık aralarla dikilmiş rüzgarla sağa sola sallanan kavak ya da söğütlerden oluşan ağaç toplulukları … Kasabalar, köyler, trenle beraber koşan top kafalı, saçları kısaca kesilmiş, genellikle gazete veya bir şeyler isteyen, bazen de taş atan,  güçlü görünüşlü erkek çocukları… Yerleşim yerlerinin yakınında büyük Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) siloları… Her yolculukta dikkatimizi çeken fotoğraflar gibiydi.

 

Bu manzarayı her izleyişimde o çok sevdiğim ve tamamına yakınını ezbere bildiğim Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirini romantik pozlarla dışarıda esen rüzgara karşı pencereden okuduğumu anımsıyorum.

 

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

  Bir dakika araba yerinde durakladı.

 

  Neden sonra altımda sarsıldı demir yaylar,

  Gözlerimin önünden geçti kervan saraylar…

  …………….

  ……………

  Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…

  Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,

  ……………

  ……………

  Ellerim takılırken rüzgarların saçına

  Asıldı arabamız bir dağın yamacına.

  ……………

  ……………

 

Hemen her yıl tekrarlanan bu görüntüler ve anılar bütün canlılığı ile belleğimizdeki yerini alıyordu.