4 Mayıs 2013 Cumartesi


 

İSTANBUL’DA YAŞAM

 

 

 

İSTANBUL’ UN   SEYYAR  SATICILARI

 

Sabah erken saatlerde sokaktan gelen seslere kulak kesiliyoruz. Ancak anlamak mümkün değil. Aramızda tartışıyoruz. Sesler tekrar duyulduğunda dikkatle dinliyoruz… Anlam vermek imkansız… “kileeerarooomm” ve “  oooortçuuu” diyor. Bir diğer sesi daha iyi anlıyoruz ama anlam veremiyoruz; “Boooooza”.

 

Anlamak için en iyi yolun satıcıyı gözlemek olduğuna karar veriyoruz. İlk gördüğümüz satıcı bizi fazlasıyla mahcup ediyor. Osmanlı gravürlerindeki satıcılar gibi boynunda taşıyıp, kolları ile dengelediği taşıma tahtasının her iki ucunda, büyük terazi kefeleri gibi sallanan yuvarlak metal yoğurt kapları yeteri kadar kendini tanıtıyordu.    oooortçuuu” nun yoğurtçu olduğunu anlıyoruz. Diyarbakır’ın bakraçta satılan yoğurdunu, üzerindeki tülbenti kaldırıp küçük parmağımızla deldiğimiz açık sarı renkli kalın kaymağı ve tadına baktığımız nefis yoğurdu anımsıyoruz… Yoğurt İstanbul’a gelince böyle kibarlaşıyor demek…

 

“kileeerarooomm”cuyu sırtında torbası ile gezen genç bir erkek olarak yakalıyoruz. Bilen biri bizi meraktan kurtarıyor…”Bunlar eskici…” diyor. Eski elbise alırlar. “Eski” sözünü kaçırmışız…

 

Özellikle tatil günleri dolaşan bozacı büyük güğümü ile uzaktan hemen tanınan biri. Bozayı bir sefer deniyoruz, yetiyor… Vefa Bozasına vefasızlık etmemek için bu konudaki fikrimizi o günden bugüne kendimize saklıyoruz, kimseyle paylaşmıyoruz…

 

 

 

 

BİR  ZAMANLAR  İSTANBUL’DA;  ELEKTRİK, HAVAGAZI, TRAMVAY VE TÜNEL

 

 

60’lı yılların başında evlerde kullanılan elektrik, İstanbul’un Anadolu yakasında 220 volt, Avrupa yakasında Osmanbey ve çevresinde  ise 110 volttu. Bu muhtemelen Beyoğlu (Pera) bölgesinde Osmanlının son döneminden kalan bir uygulamaydı. Kullanılan gündelik elektrikli aletler sınırlı sayıda olduğu için bu bizlere pratik bir sorun yaratmıyordu. Ancak bizler için alışılmadık bir şeydi. Bir süre sonra 220 voltun yaygın kullanımı ile bu fark ortadan kalktı.

 

Bizler için bir değişiklik te, önce Ankara’da karşılaştığımız havagazı uygulamasıydı. Daha önce gazete ve kitaplar aracılığı ile haberdar olduğumuz ve içine zehirlenmeye karşı uyarıcı olsun diye sarımsak kokusunun katıldığını bildiğimiz havagazını kullanmak bize zevk ve tıhaf  bir övünme hissi veriyordu. Uzun yıllar radyodan futbol maçlarının naklen anlatımı sırasında Mithatpaşa Stadı’na (şimdiki İnönü Stadyumu) yakınlığı nedeniyle adı geçen “Gazhane”nin, havagazı fabrikası olduğunu öğreniyor, maça gittiğimizde bu iri, kara ve doğrusu çirkin yapıya merakla bakmaktan kendimizi alamıyorduk.

 

İstanbul’da merak ettiğimiz taşıma araçlarının başında  tramvay geliyordu. Tramvay bizler gibi taşra delikanlılarının gözünde, büyük ve Avrupai bir kentin simgesi; modernlik, hareket, heyecan demekti. Küçük taşlarla örülmüş desenlerle süslü caddelerde yılan gibi kıvrılan raylarda, üstteki elektrik hattına sürünen boynuzu ve tipik zil sesiyle kayıp giden tramvay, bana çok romantik gelirdi. Gerek yabancı gerek yerli filmlerde film kahramanının koşarak tramvaya tutunması ve içeri atlaması, kız arkadaşı ile flörtü, çocukların kaçak olarak tramvaya binip tekrar inmesi, yolcuların pencere üstünden geçen ipi çekerek ineceğini haber vermesi, vatmanın şapkası ve babacan tavrı inanılmaz derecede etkileyiciydi. Ara Güler’in karlı bir İstanbul gününde Eminönü’nde çektiği bir tramvay fotoğrafı, sahiden oradaymışım gibi beni derinden etkilemiştir.

 

Tramvay, İstanbul’a gittiğimiz 1964 yılında maalesef Avrupa yakasında kullanımdan kalkmıştı. Ancak kısa bir süre da olsa Kadıköy tarafında tramvaya binmek ve hayallerimizin kahramanı olmak şansını yaşadık.

 

Bizleri etkileyen bir diğer taşıma aracı Tünel di. İETT ye (İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel İşletmeleri)  de adını veren ve hizmete girdiği 1875 yılında dünyanın Londra’dan sonra ikinci metrosu olan Tünel, Beyoğlu-Karaköy arasında çalışıyordu. Beyoğlu’na gittiğimizde, bir Avrupa kentindeymişiz gibi arada bir yüzümüzdeki mutlu, şaşkın ve biraz da farkında olduğumuz çocukça bir ifade ile sadece zevk için tüneli kullanıyorduk.

 

 

 

 

BEYOĞLU

 

 

Beyoğlu… Beyoğlu… İstanbul’u gören görmeyen, tanıyan tanımayan her gencin dünyasında ayrı bir yere sahip, sihirli, büyüleyici, çekici bir dünyanın adıdır Beyoğlu…

 

Öğrencilik yıllarımızda da, İstanbul deyince akla ilk gelen, görülmeden görülmüş, yaşanmadan yaşanmış gibi hayallerde yer bulan yerlerden biriydi orası. Yaz kış, gece gündüz ışıklar içinde, lüks alışveriş yerlerinin, restoranların bulunduğu, şık bayan ve erkeklerin dolaştığı, sanatçıların, artistlerin tur attığı, gece kulüplerin ve ara sokaklarında en kalitelisinden en reziline her türlü eğlencenin bulunduğu bir ayrı dünya idi Beyoğlu… Başta zengin Rum ve Yahudi azınlık olmak üzere bütün Levantenlerin yaşadığı bir yerdi. Yani, İstanbul’daki Avrupa idi Beyoğlu…

 

Osmanlı döneminde Beyoğlu’nun Pera olduğunu bilmiyorduk ama İstanbul’u görmeden Taksim Meydanı, Taksim Anıtı ve Beyoğlu’nu tanıyor, İstiklal Caddesini, Yeşilçam’ı, Galatasaraylı olarak Galatasaray Lisesini ve Hasnun Galip Sokağını, Tüneli biliyorduk.

 

İstanbul’daki ilk günlerimizde kıdemli öğrencilerle bir akşamüzeri gittiğimiz Beyoğlu, anılarımda unutulmaz izler bıraktı. Otobüsten indiğimiz anda Türk filmlerinde gördüğümüz Taksim Meydanı görüntüleri gözümüzde canlanmış ve anıtın bizi çarpan görkemi, meydanın sağındaki beş katlı binadaki Fruko-Tamek reklamı, sol köşedeki Rebul Eczanesi, onun aşağısında meşhur Maksim Gazinosu hemen dikkatimizi çekmişti. Taksilerin ve İETT’nin kırmızı Skoda otobüslerin yoğun hareketi, trafik lambaları, koşuşturan insanlar ve de Sular İdaresi duvarındaki ışıklı haber bantı bizi büyülemeye yetmişti.

 

İstiklal Caddesinde yürürken bütün insanların bana baktığını sanarak ayaklarımın birbirine dolandığını, adımlarımın düzensizleştiğini, kollarımı nasıl sallayacağımı ve ellerimi nereye koyacağımı bilememenin yarattığı sıkıntıyı çok iyi (şimdi utanarak) anımsıyor, bu heyecandan dolayı sonraları kendimi çok kınadığımı biliyorum.

 

İlginçtir daha ilk adımda arkadaşımın “Hey bu gelen Can Bartu değil mi?” sözü üzerine hızlı adımlarla yanımızdan geçen Fenerbahçeli Can Bartu’yu inanılmaz bir merak ve heyecanla seyrederken büyük bir mutluluk duymuştuk. Can Bartu’nun tişörtü ile yeşil renkli spor ayakkabısının dikkatimi çektiğini şimdi bile anımsıyorum.

 

Ağa Cami ile başlayan caddenin ön cephesinde küçük heykel ve maskların, bitki desenlerinin işlendiği yüksek binalar, pasajlar, mağazalar, ana cadde ve ara sokaklardaki sinemalar, barlar, eğlence yerleri, bir binanın tümünü işgal eden Vakko mağazası, Saray Muhallebicisi, işkembeciler, sokak köşelerinde bir şeyler satan seyyar satıcılar tam anlamıyla hayal ettiğimiz gibiydi. Şimdiye dek görmediğimiz ancak hayal ettiğimiz bir Avrupa kentinde gibiydik.

 

Bir büyük heyecanı da Galatasaray Lisesi kapısında yaşamış, demir kapıyı ve bahçe içindeki lise binasını ve karşıdaki Beyoğlu Postanesini hayranlık ve gıpta ile seyretmiştik. Daha sonra da Çiçek Pasajı ve Tünel’i dolaşmıştık.

 

Tünel’in tam karşısındaki bir binayı eliyle gösteren arkadaşımın “Burası Kuaför Aleksandr’ın yeridir. Özelliği insanın tipine göre en uygun saç tıraşını sormadan yapmasıdır.” Deyince, doğrusu içimden “Acaba bir gün ben de buraya gelebilecek miyim? Herhalde çok pahalıdır.”  diye geçirdiğimi iyi anımsıyorum.

 

Daha ilerde bizi büyük bir sürpriz bekliyordu. Beyoğlu’nun hristiyan özelliğini hatırlatan dev bir kilise, St. Antuan Katolik Kilisesi.  Böylesine görkemli bir kiliseyi hayatımda ilk defa görüyordum.

 

Taksim’e dönüp otobüsle kaldığımız eve hareket ederken mutluluğun egemen olduğu karışık duygular içindeydim. Aklıma yaşadığım yerler, tanıdığım insanlar, değişik yaşam koşulları, okuduğum kitaplar, izlediğim filmler geliyordu. Her şey  açıklaması ve çözümü olmayan bir düğüm gibi birbirine karışıyordu. Beyoğlu böyle bir yerdi belki de…

 

 

JALUZİ STORE

 

Beyazıt’tan Taksim’e her çıkışta Tepebaşı yokuşunda sıralanmış işyerlerinde gördüğüm Jaluzi Store yazısı kadar beni yoran bir şey olmazdı. Birçok işyeri ve evin penceresinde gördüğüm için artık yabancısı olmadığım değişik renkeki enine plastik şeritlerden,  Jaluzi’nin ne olabileceği konusunda bilgi edinmem zor olmadı. Peki Store ne demekti? Engin İngilizce bilgime (!) ve kovboy filmlerindeki deneyimime göre depo; ambar, dükkan olmalıydı. Burası da Jaluzi Dükkanı’ydı. Store’un ne olduğunu anlamam birkaç yılı aldı. Bunun gibi sağda solda rastladığımız Şarküteri, Bonmarşe gibi sözcüklerin de ne olduğunu öğrenmek ancak zaman içinde mümkün oldu.

 

 

 

 

TERKOS SUYU

 

İlk sürprizi Ankara’daki gibi yine suda yaşıyoruz. Evde musluğu açtığımızda, doldurduğumuz  bardağın ayran gibi köpüklü hali bizi hayretler içinde şaşırtmıştı. Biraz bekleyince bardağın alttan başlayarak berraklaştığı ilgiyle gözlüyorduk. Su temizdi ama tadı iyi değildi. “Terkos…” dedi bilenler, küçümser bir tavırla. Bizim bildiğimiz Terkos, göl… Muhtemelen Terkos Gölü’nün suyu… “Kimse bunu içmez…” diyordu bilenler. “Hamidiye içilir…” Hamidiye’nin büyük cam damacanalarla evlere servis edildiğini öğrendiğimizdesu, parayla  mı satılır diyerek şaşkınlığımızı belirtiyoruz.

 

Buna benzer bir şaşkınlığı lokantada 15 kuruşluk şişe suyunu içerken öğreniyor, kısa sürede “Burası İstanbul…” diyerek çabucak alışıyoruz.