30 Haziran 2013 Pazar


SİNEMA, TİYATRO VE OPERA

 

Üniversite yıllarında öğrenci yurdunda kalmanın önemli kazanımlarından biri de, meraklı ve becerikli birilerinin öncülüğünde gidilecek tiyatro, opera, müze vb. görsel kültürel organizasyonlarla tanışmaktı. Böylelikle özel bir zahmete girmeden hazır biletle güncel eserleri izlemek ya da müzeleri görmek mümkün oluyordu.

 
Sıklıkla yararlandığımız sosyal etkinlik, doğal olarak sinemaydı. Gerek Beyoğlu, gerek Çemberlitaş yöresinde gerçekten büyük ve etkileyici sinemalar vardı. Her ne kadar Diyarbakır’da Dilan sineması gibi bir büyük sinemayı görmüş ve bununla öğünüyor olsak da İstanbul’daki sinemaların ayrı bir havası vardı. Tek kat ama oldukçe büyük salonlardan etkilenmemek mümkün değildi. Bu sinemalarda genellikle ciddi bir filmin ardından avantür ya da komedi türünde bir film vizyona giriyor, her seansta tek film gösteriliyordu.

 
Vezneciler tarafında ise ayrı bir eğlence dünyası vardı. Çoğunlukla çevre semtlerden orta sınıfın katıldığı akşam seansında (suare) filmden önce akrobasi grupları kısa gösteriler yapıyordu. Çoluk çocuk ailece gelinen bu gösteriler de eğlenceli oluyordu. Bu gösterilerden birinde daha sonra Erovizyon Şarkı Yarışması’na katılacak olan Semiha Yankı’nın ailesiyle yer aldığını anımsıyorum.

 
Tiyatroya gelince; o güne kadar tiyatro olarak sadece Diyarbakır’da amatör sanatçıların sahneye koyduğu “Godot’u Beklerken” ve “Buzlar Çözülmeden” oyununu küçük bir sinema salonunda izlemiştim. Ziya Gökalp Lisesi spor salonunda yan yana getirilmiş masalardan oluşan sahne ile duvara çakılan çivilere asılı perdeden oluşan salonda ise, öğrencilerin temsillerini alkışlamış, hatta ortaokul ikinci sınıfta “Bize Bir Pantolon Lazım” isimli oyunda rol bile almıştım. 

 
Diyarbakır’a nadiren gelen gezici tiyatrolara bizim öğrenci olarak gitme şansımız hemen hemen olmadığı için o dünyadan habersizdik. Ancak radyodaki tiyatro ve skeç programını çok seviyor, dinliyor, sahneleri hayal ediyor ve önemli sanatçıları da tabii seslerinden tanıyorduk. Opera ve bale ise bizim hiç anlamadığımız, bilmediğimiz snki bir öte dünya eğlencesiydi.  Sadece gazetelerden gördüğümüz Maria Callas ve Leyla Gencer’in adını biliyorduk

 

 
İstanbul’da Tepebaşı’ndaki Şehir Tiyatrosu’nda 1965 yılında izlediğim Reşat Nuri Güntekin’in  “Hülleci” oyunu, hayatımda gördüğüm ilk profesyonel tiyatro eseriydi. Tiyatro binasına büyük bir heyecan, merak ve biraz da çevredekileri rahatsız etmeme duygusuyla girdiğimi anımsıyorum. Salonun sağındaki balkondan dikkatlice izlediğim sahne, alt salon, balkonlar ve tiyatronun yüksek tavanı beni fazlasıyla etkilemişti. Yaşadığım heyecan ve sevinç duygusu, ışıklar sönüp perde açıldığında büyük bir hayranlığa dönüşmüştü. Sahnede gördüklerim; karanlık salondan ayrı bir dünyaya açılan bir pencere gibiydi. Bunun bir tiyatro sahnesi, salondakilerin de seyirci olduğunu gösteren tek şey, sahneden yansıyan ışıkla sıraların ve izleyen insanların zor da olsa seçilmesiydi.

 

Sarı ışığın hakim olduğu sahne, bana bütün canlı renklerin kullanıldığı bir tablo gibi gelmişti. Arkadaki manzara, derinlik hissi veren sahne zenginliği ve özellikle renkli ve ilginç kıyafetler beni inanılmaz derecede etkilemişti. Oyunu büyük bir mutluluk ve hayranlıkla seyrettiğimi, konuyu takipten ve olan bitenden çok, sahnedeki gösteriye dikkat ettiğimi hatırlıyorum. Tiyatrodan çıkarken omuzlarım ve başım daha bir dik, yüzüm daha bir mutluydu. Ne de olsa tiyatroya gitmiştim, hem de İstanbul’da…

 

Gittiğimiz ilk opera, yine Tepebaşı’ndaki Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenen, opera buffa- komik opera türünden, “Don Pasquale” idi. Sahne ve sanatçılar yine çok renkli ve etkileyiciydi. Konuşmalardan fazla bir şey anlamadığımı itiraf etmeliyim. Böylelikle opera kültürünü ve tiyatro opera farkını görerek ve yaşayarak öğreniyorduk

 

Kanıma göre tiyatronun altın çağı sayılan o yıllar; Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan ( Azak ),  Yıldız ve Müşfik Kenter (Kenterler),  Gülriz Sururi-Engin Cezzar, Haldun Dormen, Lale Oraloğlu (Oraloğlu)  ve diğer tiyatrolara defalarca gitme şansım oldu.

 

Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosunda, 1964 yılı kışında, Haldun Taner’in Türk tiyatro tarihinde bir fenomen olan “Keşanlı Ali Destanı”nı zevkle izlemiştik. Yine aynı tiyatroda, Haldun Taner’in “Zilli Zarife” oyununda rol alan kadın sanatçının, eliyle koluyla yaptığı “Hop hop hop” hareketinden çok etkilenmiş, şubat tatilinde gittiğim Diyarbakır’da ev halkına oyunu defalarca anlatmış “Hop hop hop”u onlara da öğretmiştim.

 

Öte yandan, o yılların beğenilen oyunu Pepsi’ de Mücap Ofluoğlu’nu hayranlıkla seyretmiş, Lale Oraloğlu Tiyatrosu’nda duygu yüklü “Pollyanna”dan çok etkilenmiştik.

 

 
1969 yılında açılışı yapılan Atatürk Kültür Merkezi (AKM), ülkemizde operayı küçük salonlardan büyük ve çağdaş gösteri merkezlerine taşımanın simgesi gibiydi. “Damdaki Kemancı” ilk oyun olarak büyük bir ilgi ile karşılanmış ve halkın ATM ile tanışmasına neden olmuştu.

 

1970 yılı başında yine grup halinde gittiğimiz AKM de, salonun büyüklüğünü, tavanın yüksekliğini, sahnenin genişliğini ve derinliğini gözlerken 1964’te Tepebaşı’ndaki eski tiyatro binasını anımsamış, bu değişimden mutluluk duymuştum.

 

AKM’nin geniş ve derin sahnesinde, arkadaki dekoru, sahne zenginliğini, onlarca sanatçının büyük bir ustalıkla sergilediği oyunu çok beğenmiş, “Sütçü Tevye” rolündeki Cüneyt Gökçer’i dakikalarca alkışlamış, “Ah bir zengin olsam...” sözlerini yıllarca dilimizden düşürmemiştik.

 

1964 ile 1970 yılları arasındaki tıp öğrenimim süresince, kültür ve sanat olaylarının her birinden ayrı bir zevk almış, ayrı bir heyecan duymuş, ayrı bir deneyim kazanmıştık. Ancak bizim gibi İstanbul’da artık eski İstanbul değildi. Evet, başka İstanbul yoktu ama İstanbul da değişiyordu, değişmek zorundaydı…

 

 

 

 
BİR GÜNLÜK DENİZ SEZONU

 

İstanbul’da deniz sezonunun, daha doğrusu biz öğrenciler için plaj sezonunun, Mayıs Haziran aylarında açılmasına rağmen yıl sonu sınavları nedeniyle denize erken gitme şansımız yoktu. Haziran sonu ya da Temmuz başında melekete dönmemiz gerektiği için de denize gitmek için ancak birkaç gün kalıyor demekti.

 
İstanbul’da okuyup ta denize girmemek, iyice yanmamak,  memlekette bunun havasını atmamak mümkün olmadığı için,  dahiyane (!) bir yöntem bulmamız gerekiyordu.

 
Uzmanların önerdiği gibi ilk gün 15 dakikalık güneşlenme ile başlayacaksın, giderek artan sürelerle güneşleneceksin, temiz plajları tercih edeceksin vs… Bunlara hiç gerek yoktu. Bizim yaptığımız yöntem mükemmeldi. Yaşasın tek günlük deniz mevsimi!

 

 

 
Sınavlar bittikten sonra uygun bir gün, sabah erken saatlerde mayolar alınarak  Ataköy ya da Florya otobüslerine binilir, halk plajına gidilir, ortak bir soyunma kabini tutulurdu. Sonra yapılacak belliydi. Birer koka kola ve sandviç alıp Allahın güneşi altında oturur, kızgın kumda uzanır, sohbet eder, arada bir denize girer, bu arada çaktırmadan kızları dikizlerdik. Akşama doğru tekrar otobüse binip yurda ya da eve dönerdik. 

 
Bu bir günlük plaj keyfinin faturası aynada pancar gibi kızarmış burun ve kulaklarla süslü  surat, istakoz gibi yanmış vücud olarak karşımıza çıkardı. Ense ve sırt yanığı nedeniyle değil uyumak, sırtımızı biryerlere dayamak bile mümkün olmazdı. Geceleri yoğurt ya da diş macunu sürerek tedavi etmeye çalıştığımız yanıklarımızın özel yağlar ya da spreylerle tanışmasına daha çok yıllar vardı. O halle trene biner binbir eziyetle Diyarbakır’a dönerdik. Evde bir günlük plaj keyfini ballandıra ballandıra anlatır, ilk yanığın ardından soyulan omuz ve sırtımıza gururla gösterirdik. Doğrusu çok akıllıydık…

 

 

 

 
ALİ MUHİTTİN HACI BEKİR

 

Her öğrenim yılı sonunda Diyarbakır’a dönerken ailemize ve yakınlarımıza götürdüğümüz en pratik aynı zamanda değerli hediye,  Ali Muhittin Hacı Bekir şekerleriydi. O dönemin en bilinen şekercisi olan Hacı Bekir’in orta ve büyük boy karton kutulardaki lokum ya da karışık şekeri çok meşhurdu. Kutunun kapağındaki yuvarlak firma armasında 1777 de kurulan firmanın kurucusu Hacı Bekir ve torunu Ali Muhittin’in isimleri, alınan madalyaların resimleri ve yabancı dillerde tanıtım yazıları yer alıyordu.

 

 

 

 
BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR’I DİNLERKEN

 

Öğrencilik günlerimin unutulmaz bir anısı da 1968 yılında, hafta sonu halk oyunları çalışmalarının yapıldığı Pertevniyal Lisesinde gördüğüm ve dinlediğim Behçet Kemal Çağlar’la ilgili. Bir kurumun üniversite öğrencileri için organize ettiği halk oyunları kursunun açılış törenine gelen ünlü şairi hayranlıkla dinlemiş, çağlayarak akan su gibi okuduğu şiiri coşkuyla alkışlamıştık. O kursta öğrendiğim birçok halk oyunu figürünü, özellikle Silifkenin Yoğurdu’nu hala ustalıkla yapabilirim.

 

 

 

 
TARİHE TANIKLIK: ALİ SAMİ YEN STADININ AÇILIŞI

 

1964 yılının Kasım ayının  11inde Ali Sami Yen Stadının açılışı nedeniyle oynanacak Türkiye Bulgaristan Milli Maçı, ogünün en güncel olayıydı. Bizim gibi hasta Galatasaraylılar için ise en az bunun kadar önemli olan Metin Oktay’ı ilk defa,  sporu bırakma arafesinde olduğu için muhtemelen son defa, izlemek  şansımızın olmasıydı.

 

Mecidiyeköy’deki stada Osmanbey’den yürüyerek vardığımızda stat hemen hemen dolmuştu. Ancak Şişli tarafında, kapasitesi daha az olan açık tribünde yer bulmamız belki de bizi kısa bir süre sonra meydana gelecek bir felaketten korumuş olacaktı. Maçın başlamasına az bir süre kala karşımızdaki açık tribünün üst katındaki seyirci kalabalığında önce bir dalgalanma ardından binlerce insanın gözleri önünde bir facia yaşandı. İnsanlar patır patır üst kattan bir aşağı kata düşüyordu. Binlerce insan şaşkın gözler ve  bir şey yapamamanın çaresizliği ile olayı yavaş bir film izler gibi izliyordu.

 

İlk telaştan sonra maçın ne olacağı tartışılırken devam kararı muhtemelen yeni bir karışıklığı engelliyordu. İstanbul Radyosunun devamlı “Elim bir olay nedeni ile çok sayıda kana ihtiyaç vardır” anlamındaki anonsuna rağmen, tabiiki televizyon yayını olmadığı için kimselerin stattan pek haberi yoktu, maç başladı. Ancak ne seyircilerde maçın başlangıcındaki moral ne de her iki takımnda heyecan vardı. Maç başladığı gibi tatsız tuzsuz bittiğinde, bizim için, bu tarihi olaya şahit olmak dışında Metin Oktay’ı canlı olarak izlemek ve uzaktan birkaş vuruşunu alkışlamak dışında bir şey kalmamıştı.

 

 

 

 

 

5 Haziran 2013 Çarşamba


YURT HAYATI

 

Yüksek öğrenim süresince en farklı deneyimlerin kazanıldığı mekanlardan biri, belki de ilk sırada geleni öğrenci yurtlarıydı.

 
O yıllar; değil bölgeler arası, şehirlerarası ilişkinin bile sınırlı olduğu, insanların dar ortamlarda belirli kültürel kalıplar içinde yaşadığı dönemdi. Bu koşullarda yetişen gençlerin, farklı bölgelerden farklı kültürel alışkanlıklarla gelen başka gençlerle aynı ortamda yaşaması, aralarında kültür alışverişi kadar zaman zaman da çatışmalara neden oluyordu.

 
Henüz ideolojik gruplaşmalar belirgin olmadığı için, aynı kent hatta aynı kasabadan gelen gençler arasında hemşerilik, memleketlilik bağları ön plana çıkıyordu.

 
Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğüne bağlı yurtlarda her yöreden öğrenciler  birarada kalıyordu. Aynı odayı paylaşan bu gençler arasındaki günlük ilişkiler  inanılmaz bir kültürel çeşitlilik ve deneyim kazandırıyordu onlara.

 
Bazı illere ait yurtlarda;  Sivas, Kütahya, Adana vb. ise, ağırlıklı olarak o ilin öğrencileri barınıyordu. Özelikle İstanbul’a ilk kez gelen öğrencilerin uyum dönemi için bu yurtlar pek uygundu.

 
Yaklaşık bir yıl kaldığım Çanakkale Öğrenci Yurdu, o güne kadar kısıtlı bir arkadaş çevresinde yaşayan benim için yaşamımın ilk önemli deneyimi oluyordu. Aynı odada beraber kaldığımız oda arkadaşlarım; Çanakkale, Denizli ve Nazilli’den gelmişti. Sanıyorum ben de onlar için ilginçtim. Çünkü, kültür olarak birbirine yakın Marmara ve Ege bölgesi gençleri, hayatlarında ilk kez farklı bir bölge ve kültürden, Güneydoğudan gelen yaşıtları biriyle aynı ortamda yaşamak, benim kadar onlar için de ilginçti.

 
Oda arkadaşlarım, Hüseyin, Ahmet ve Yusuf’un özellikle konuşma aksanlarıyla yemek alışkanlığı benim için tam bir sürprizdi. Her ne kadar konuşmadaki farklı vurgular ve yerel sözlere filmlerden, kitaplardan ve özellikle Özay Gönlüm’den dolayı yabancı olmasak da bu farklı kültürle birebir yaşamak farklı bir kazanımdı.

 
Ege lehçesi ile, “İşingi bil agidiş” ya da bayramlarda tekrarladıkları  “Kızlaaamız oğlanlaaamız, 19 Mayıslaaada, 23 Nisanlaaada cabıldak cabıldak dolaşıyolaaa. Ne lan buuuu?” cümlesi çok hoşuma giderdi. Hala her 19 Mayıs, 23 Nisan bayramında bu sözleri anımsayarak gülerim.

 
Nazilli’li arkadaşlarımın sık sık söylediği türkü bile bizimkilerden farklıydı ya da gurbette bize öyle geliyordu (!):

 

Ay beyaz deniz mavi, eğlenin kızlar

 Yarinden ayrılanın yüreği sızlar,”

 
gibi aydan, denizden, eğlenceden bahsederken, bizim türküler dertten,  hastalıktan ya da  mahpushaneden bahsediyordu:

 

Mardin kapı şen olur, dibi değirmen olur,

 Buralarda yar seven mutlaka verem olur”  

 
ya da:

 

“Bir taş attım havaya, düştü mahpushanaya,

  Birkaç kızı kandırdım, bir şişe lavantaya”  

 
gibi.

 
Sebze ve zeytinyağının öncelik ve ağırlıkta olduğu yemek alışkanlığı da bize göre çok farklıydı. Güneydoğu yemek kültürüne göre, et, sulu yemek ve pilavsız asıldı. Yemekler bol etli, hem de yağlı etli olmalıydı. Yağ dediğin sadeyağ ya da tereyağıydı. Zeytinyağı alışkanlığımız bazı kızartmalar dışında yok sayılıurdı. Vita gibi bitkisel yağlar ise ancak fakir fukara içindi.

 
Annesinin gönderdiği 1.5 asitlik özel zeytinyağını ekmek banarak yiyen Çanakkale’li arkadaşıma pek şaşırdığımı anımsıyorum.

 
Biz Güneydoğuluların yemek kültürü yanında konuşma aksanı da farklıydı.  Özellikle boğazdan gelen K ve H harfi, Alameti farika gibiydi. Örneğin, karnıyarık, kapı ya da yok sözcüğünü duymak bizi ele vermek için yeterdiydi.

 
Çanakkale Öğrenci Yurdu’nun bendeki unutamadığım anısı, 1964 yılının sonbaharından kalmadır. Siyasetin hareketlendiği ve Adalet Partisinde Genel Başkanlık seçiminin yapılacağı günlerde,  28 Kasım 1964 tarihli Milliyet Gazetesi’nin ön sayfasındaki iki adayın, Süleyman Demirel ile Saadettin Bilgiç’in fotoğrafı görülüyordu. İki adayın da Ege bölgesine yakın Isparta’lı oluşu, oda arkadaşlarımı çok sevindirmişti.

 
Bütün bu deneyimler ülkenin, doğusu batısı, kuzeyi güneyi ile toplumsal yönden tanışmasını ve karışmasını sağlıyor, bir bakıma ön yargıları yıkıyordu. İnsanın her yerde, önce insan olduğunu olduğu gerçeğini doğruluyordu.

 

 

 

 

EMİNÖNÜ   POSTANESİ

 

 
Sirkeci Eminönü Postanesi, 60’lı, 70’li yıllarda İstanbul’da öğrenim gören öğrencilerin hayatında çok önemli bir yere sahipti. Telefonla şehirlerarası iletişimin sorun olduğu 1980’lerin ilk yarısına kadar süren o dönemde, öğrenciler için ev ya da memleket ile konuşabilecekleri neredeyse tek yer, bu mekandı. O görkemli çok katlı, kalın duvarlı, yüksek tavanlı taş binanın karanlık zemin katındaki “Şehirlerarası Telefon” bölümü, gurbet kuşlarının buluşma yeri gibiydi.

 
Özellikle pazar günleri erken saatlerde, şöförün hemen yanındaki gürültülü motoru ile bilinen kırmızı renkli “Skoda” marka  İETT otobüsleriyle ulaştığımız ve saat kaçta çıkacağımızı bilemediğimiz postane binasının merdivenlerini her seferinde ayrı bir heyecanla tırmanırdık. Telefonla evi aramanın nedenleri belliydi. Ya İstanbul’a salimen vardığımızı haber verecektik, ya da sınavların bittiğini ve ne zaman yola çıkacağımızı söyleyecektik. Bunlar dışındaki bir diğer önemli neden duygusaldı. Yani para isteyecektik.

 
Yüksek bankonun arkasındaki asık suratlı, bıkkın bayana arayacağımız telefon numarasını  söyledikten sonra yan yana sıralanan 1, 2, 3… nolu konuşma kabinlerini görebileceğimiz ve asık suratlı görevli bayanın “Diyarbakır 2 numaraaa” diyen sesini duyabileceğimiz bir yerde tahta kanepelerde sabır içinde oturmaktan başka seçeneğimiz yoktu. Hep saygılı konuştuğumuz, mecburen, sinirlendirmemek için alttan aldığımız şehirlerarası telefon memureleri neden hep asık suratlı ya da sinirli olurdu, bir türlü anlayamazdık. Aslında nedeni belliymiş. Bütün çalışma saati boyunca, hepsi birbirinden önemli ve acil olan (!) görüşme taleplerini sıraya koymak, onlarca insanla defalarca konuşmak, onları ikna etmek, araya giren nüfuzlu insanları kırmadan idare etmek Allah için kolay iş değildi. Neye ki 1980’leren itibaren haberleşmenin kolaylaşması ile bu sorun ortadan kalktı.

 
Kaç saat sonra geleceği belli olmayan konuşma sırası geldiğinde, her seferinde ilk günkü heyecanla anons edilen tahta kabine girer, ağır siyah ahizeyi telaşla elimize alır, üç dakikanın nasıl geçtiğini anlamadan konuşurduk. Konuşma başlamadan ya da konuşma sırasında bağlantı kesilmesi hiç de sürpriz sayılmazdı. 

 
Bu törensel postane ziyaretlerinin şehir efsanesi olmuş iki olayı, yıllar yılı anlatılır durur. İlkinde; ilk defa gurbete çıkan öğrenci ailesi ile görüşmek istiyor. Nihayet telefon bağlanıyor. Telefonun öbür ucunda ağlamaklı sesiyle annesi… Diyaloğ şöyle;

 

“Anne”

“Can”

“Anne”

“Kurban”

“Anne beni dinle!”

“Hayran”

“Anne hele bir beni dinle. Nasılsın”

“Babam”

“Anne nasılsınız”

“Can, sana kurban olayım”

“Anne vakit doluyor, nasılsın, iyi misin”

“Senin sesine kurban”

“Anne, babam nasıl, kardeşim nasıl”

“Hepsi sana kurban”

……

…....

 
Biraz sonra şehirlerarasındaki kadın arayı giriyor.

 
“Vakit doldu, hadi çık”

 
Muhtemelen öte yandaki kadın, trans halinde, oğlunun sesini duyduğu için dünyanın en mutlu insanı. Konuşan genç hem mutlu, annesinin sesini duyduğu için, hem de hayal kırıklığı içinde, doğru dürüst konuşamadığı için.

 
Bir diğer şehir efsanesi, daha somut ve gerçekçi. Öğrenci babası ile rahat rahat konuşuyor, ta ki iş paraya gelinceye kadar.

 

“Baba nasılsın?”

“İyiyim oğlum, gözlerinden öperim”

“Baba senden bir isteğim var”

“…Söyle oğlum”

“Baba, bana para lazım”

“…Oğlum duymadım”

“Baba param bitti, bana para gönder”

“Oğlum ne diyorsun, duymuyorum, biraz kuvvetli söyle”

“Baba para istiyorum, para! Bana para gönder”

“Oğlum vallah hiç sesin gelmiyor, Herhal hatlar karışıyor”

“Baba beni duymuyor musun?”

“Yok duymuyorum. Hatlar kesik, ha ben kapatıyorum”